Kategoriler

5 Eylül 2013 Perşembe

Harbiye Açık Hava'dan Tarkan Geçti...

4 Eylül akşamı Harbiye Açık Hava Tiyatrosu yine yıkıldı... Tarkan konseri muazzamdı. Bu muhteşem konseri izleyen ve dans etmekten yerinde duramayan şanslı insanlardan ikisiydik...




3 Eylül 2013 Salı

28 Nisan 2013 Pazar

GALATASARAY REAL MADRİD ŞAMPİYONLAR LİGİ ÇEYREK FİNAL 2. MAÇI

 
Şampiyonlar Ligi Çeyrek Final ilk maç skoru 3-0.
İlk maçta verilmeyen iki penaltı, Burak Yılmaz'ın penaltı pozisyonunda penaltı düdüğü çalması gereken hakemin, pozisyona inanmayıp Burak'a sarı kart göstermesi ve Burak'ın ikinci maçta cezalı duruma düşmesi falan filan...
Real Madrid maçını  3-0 dan çevirebilmek çok zor ama imkansız değil.
Tribünler hınca hınç dolu. İlk bizim takım sahaya çıkıyor. Destek süper. Futbolcuların adrenali çok yüksek.
 
 
Derken Real'li futbolcular sahaya çıkıyor. Gözler Cristiano Ronaldo da...
 
 
Maç başlıyor. Real bizim kaleye gelmeye başlıyor. Takım ilk dakikalarda biraz dağınık. Real'in ataklarını savuşturmaya çalışıyor.


Derken ofsayt kokan bir pozisyonda dünya starı Ronaldo golü buluyor ve bizim bulunduğumuz tarafa doğru koşarak gol sevincini yaşıyor.


İkinci yarı başladığında sahada başka bir Galatasaray var. Takım ardarda bulduğu bulduğu üç golle bir anda durum değişiyor. Schneider'in birebirde kaçırdığı pozisyon ve Drogba'nın penaltı pozisyonu ahlar vahlar arasında gidiyor.


 
Son beş dakikaya girildiğinde Mourinho, Fatih Hoca'nın yanına gidiyor ve sarılıyor. Sonrasında Hasan Şaş ile kucaklaşıyor ve bizim yedek kulübesini tek tek tebrik ediyor. Seyircimizi selamlıyor ve tabi ki centilmen GS seyircisinden alkışını alıyor.
 
Son dakikada gelen Ronaldo golüyle maç 3-2 olarak bitiyor.
 
Gecenin sonunda mutluyuz ama bir burukluk var içimizde. Yarı final belki kaçtı ama bu takım bize şampiyonlar ligi finalinde neden bizim olamayacağımızı düşündürüyor. Bunu düşünmek bile güzel. Ama bunu hayata geçirmek içinde belli bölgelere transfer şart.
 
Türk Telekom Arena
9 Nisan 2013 Salı
 
 

23 Nisan 2013 Salı

Santa Clara,
(Anonim)

Havana, Pinar Del Rio (Vinalez), Cienfuges ve Trinad sonrası Santa Clara üzerinden Varedora’ya gidiyoruz. Küba seyahatimizin 5. durağı Santa Clara. Öğle vakti şehre giriyoruz. Santa Clara eşittir Che. Gerisi hikaye.


Devrim Meydanı’na otobüsümüz yol alırken ilk durağımız ‘Müze Tren”. Küba Devriminin en parlak ve en önemli zaferlerinden biri savaşın bitmesine üç gün kala Santa Clara’da yaşanmış. 28 Aralık 1958 tarihinde modern Amerikan silahlarını taşıyan treni Küba’nın en güneydoğu ucu olan Santiago Cuba’ya gitmek üzereyken, Che Guevara ve emrindeki yaklaşık 300 asker Santa Clara’da ele geçirmiş, trendeki 2,900 Batista askeri tutsak alınmış ve bu müthiş zafer sonrası Batista dönemi Küba’da üç gün sonra son bulmuş. İşte Che ve beraberindeki askerler tarafından ele geçirilmiş trenin sonradan müze haline getirilmiş dört vagonu, trende ele geçirilmiş silahlarden bir kaçı ve treni ele geçirirken kullanılan iş aletleri, “Tren Müze” de teşhir ediliyor.






Küba deyince insanın aklına yaşayan efsane Fidel, tüm zamanların efsane gerillası Che ve bu iki muhteşem kahramanı tamamlayan Cienfigueras gelir. Ama Santa Clara denince ilk ve önce Che Guevera gelir. Kentin Che’ye verdiğinden çok, Che kente daha çok değer katmış. Santa Clara’da bulunan çok geniş Devrim Meydanı, bu meydandaki Che Guevara’nın anıt mezarı ve devasa bronz heykeli Küba’yı ziyaret eden her turistin görmeyi planladığı yerler arasında ilk sıralarda yer alır.








Açıkçası, yurtdışında bizim için tarihi önemi olan mezarları ziyaret etmiştik: Moskova’da Nazım Hikmet’i, Şam’da son Osmanlı padişahı Vahdettin’in mezarını gördük. Ancak, Küba’da dört bir taraftan bombardımana tutulduğumuz Che Guevara’nın anıt mezarına geldiğimizde artık bu konuda son noktayı koymanın zamanı geldiğini anladık.Geniş devrim meydanındaki Che’nin mozalesi, Che’nin Fidel’e yazdığı ve dikili taş sütun üzerinde sergilenen son mektup, yine bu mozalenin olduğu yerde bulunan Devrim Tarihi Müzesi ve Che ile birlikte hayatını yitiren gerillaların anısına saygıyı ifade eden bir salonu geziyoruz.
VINALES








Pazar sabahı saat 08:00 civarı otelimizden hareket ediyoruz. Rotamız Havana’nın batısına doğru. Pınar Del Rio bölgesindeki Vinales kasabasına gidiyoruz. Yolculuğumuz yaklaşık 2,5 saat sürüyor. Bize yol kenarındaki palmiyeler ve muhteşem yeşil bitki örtüsü eşlik ediyor. Otobüsümüz park etmek üzere yavaşladığında gördüğümüz manzaranın bu dünyaya ait olmadığına eminiz.


(Anonim)


Aman tanrım! Yeryüzündeki cennet bu olsa gerek. Karşımızda duran Vinales Vadisi ve onun eşsiz güzellikteki manzarası. Nasıl tarif etsek bilemedik. Vadi koyu yeşil bitki örtüsü ile kaplı. Hotel Los Jazmines’in terasından baktığımız vadi, Unesco Dünya Mirası Listesine çoktan alınmış. Bereketli topraklarında bir çok sebze ve meyve bahçeleri ile tütün tarlaları var.

Vadi dünyanın en iyi tütününe ev sahipliği yapmasının yanısıra bir başka oluşuma da ev sahipliği yapmakta. Mogote adı verilen kireçtaşından oluşmuş dağlar. Okuduklarımıza göre, bu dağlar 150 milyon yıl önce denizaltında oluşup çökmüş devasa mağaralar grubunun kalıntılarıymış. Mogoteler arasında beliren uzun palmiye ağaçları ve kırmızı-turuncu topraklarda uzanan tütün tarlaları inanılmaz. Fotoğraf makinasının panoramik modunda deklanşöre kaç defa bastığımızı hatırlamıyoruz.


Vinales kasabasının içinde turumuz devam ediyor. Yayayız. Kasaba halkı çok cana yakın. Misafirperver. Evler genelde tek ya da iki katlı. Biraz eski. İnsanların hayat seviyesi düşük ancak mutlulukları yüzlerinden okunuyor. Her evin önünde sallanan sandalye var. Evlerin kapıları açık sanki bizi davet ediyorlar. Bazılarının içine giriyoruz. Biz ingilizce onlar ispanyolca konuşuyor, anlaşamıyoruz ama ne önemi var. Bölge insanının sıcaklığını içimizde hissediyoruz. Birden mutluluk bedenimizi kaplıyor. Hayat denilen şeyin aslında yokluk içinde de sade ama huzurlu yaşanabileceğini anlıyoruz. Keşke yanımızda ülkemizden bir şeyler getirmeyi akıl etseydik de bu insanları sevindirseydik diye düşünüyoruz. Güzel fotoğraf kareleri yakalıyoruz Vinales kasabasında....





HAVANA: 12/11/2010 Cuma


PURO, SALSA, ESKİ AMERİKAN ARABALARI VE SOSYALİZM




Küba seyahatimiz bir hayalin gerçeğe dönüşmesi miydi yoksa bir hayal kırıklığı mıydı tam adını koyamadık. Ancak, Fidel hayatta iken Sosyalizm’in son kalelerinden birini dünya gözüyle görmek, en azından o havayı teneffüs etmek bizim için bir ayrıcalık oldu. Gezimizin geneline dair izlenimimiz olumsuz olmasına rağmen, bölge insanının elli küsür yıldır ağır ambargo altında olmasının verdiği derin yaraları da bir kenara not etmemizde fayda var.


Küba’ya seyahatimiz özel bir tur şirketi vasıtasıyla yaklaşık 40 kişilik bir grup ile gerçekleşti. Turun Kurban Bayramına denk gelmesi sebebiyle bizim dışımızda Türkiye’den Küba’ya başka gruplar da gidiyordu. Hal böyle olunca, Küba’ya yaklaşık bir 100-120 kişilik turist kafilesiyle uçuyorduk.


Açıkçası biraz acele planlanmış bir tur olduğu için öncesinde çok fazla hazırlanma fırsatımız olmamıştı. Turda bulunan bazı arkadaşların yanlarında sabun, defter, kalem, kitap, silgi, mendil vs. getirdiklerini ve bunları yerel halka verdiklerini görünce kendi payımıza üzüldük. Planlarımızı (uzun uçak yolculuğunda okunmak üzere) yanımıza aldığımız gezgin notlarının okunması üzerine yapmıştık. Küba’da olduğumuz sürece anladık ki bundan daha fazlası gerekliymiş. Hem kişisel ihtiyaçlar açısından hem de bölge insanlarının ihtiyaçları açısından.


12 Kasım Cuma günü sabah 04:00 civarında AHL tur yetkilileri ile buluşup, 06:00 da kalkacak olan THY Madrid uçağına sorunsuz bir şekilde biniyoruz. İstanbul-Madrid uçuşu 3,5 saat civarı. Kaptan pilot esprili ve zaman zaman üzerinden geçtiğimiz yerler hakkında bilgi veriyor. Nice ve özellikle Marsilya yukarıdan güzel gözüküyor. Hava açık. Rahat bir şekilde Madrid havaalanına iniyoruz. Kalabalık Türk kafilesiyle beraber transit alanda Cubana Havayolları’nın olduğu kontuara gideceğiz ancak elimizde biletler yok. Biletlerin gelmesini bekliyoruz.

.




Bekleyiş uzadıkça insanlar huzursuzlaşıyorlar, her kafadan bir ses çıkıyor. Kafile rehberleri de olaydan bihaber. Neyse sorun bir şekilde çözülüyor ve bizi Küba’ya götürecek uçağa biniyoruz. Uçak Madrid saati ile 14:00 da kalkacak. Transit alanda yaşanan bilet karmaşasının bir başka versiyonu da bu sefer uçaktaki koltuk numaralarında yaşanıyor. Dile kolay havada 10 saate yakın uçuyorsunuz ve yanınızdaki eşiniz ya da arkadaşınız değil. İnsanlar birbirleriyle yer değiştirme telaşında. Biz yerimize oturuyoruz. Şanslıyız. Kimileri de rehberleri gözüne kestirmiş, hınçlarını onlardan çıkarıyorlar. Hadi hayırlısı, daha beraber geçirilecek 7 gün var diyerek, kendimizi etraftan soyutlamaya çalışıyoruz.


Cubana Havayollarına ait uçak devasa boyutlarda. Tamamen dolu. Hosteslerin ve stewardların yaş ortalaması 50. Daha yolculuğun ilk saniyelerinde “gözünü sevdiğimin THY’si..” ile başlayan hayıflanmalar ağzımızdan dökülüyor. Yolculuk süremiz İstanbul-Madrid-Küba arası bekleme olmaksızın 14 saat civarı. Buna bekleyişleri ilave edersek 19 saati buluyor. 7 saat civarı saat farkını da göz önüne alırsak gidiş yolculuğumuz 12 saat, dönüş yolculuğumuz ise 26 saati buluyor.


On saatlik bir yolculuğun ardından yerel saatle 19:30 civarı Havana Jose Marti Havaalanına iniyoruz. Ağır ilerleyen pasaport ve bagaj kuyruğu insanın sinirlerini zorluyor. Bir de üstüne yanımızda getirdiğimiz meyvelerin görevlilerce alınması tuz biber oluyor. Sakin kalmaya çalışıyoruz. Havaalanı tam bir keşmekeş. İnsanlar sigara, puro içiyorlar. Dumanaltıyız yani. Biran evvel açık havaya çıkıp, temiz hava almak istiyoruz. Ruh halimiz negatif.Belki de tüm günün yorgunluğu, stresi üzerimizde. Bir an evvel otele atmak istiyoruz kendimizi. Grubun toplanması, otobüze biniş, yarım saat süren havaalanı-otel transferinin ardından saat 21:30 gibi “Occidental Miramar Hotel” e varıyoruz.




Transfer esnasında rehberin biraz üstü kapalı şekilde Havana’nın gece hayatı ile ilgili verdiği bilgiler sonucunda, kafiledeki bazı yalnız kovboy arkadaşların Küba’ya başka niyetlerle geldiğini anlamamız zor olmuyorJ


Otele giriş yaparken lobi barda daha sonra bütün bir hafta duyacağımız Hasta Siempre-Comandante Che Guavara, Guantanamera, Buena Vista Social Club-Chan Chan eşliğinde ilk Cuba-Libre’lerimizi (Havana Club rom + cola) yudumluyoruz. Oda anahtarımızı alıp, yatağın yolunu tutarken bazıları için gece yeni başlıyordu...


13/11/2011-Cumartesi


Saat 10:00 gibi otelimizden hareket ediyoruz. Miramar Bölgesinden ayrılıp, 7 km uzunluğundaki Malecon Caddesini (sahil yolu-İzmir Kordon Boyuna çok benziyor) takip ederek merkeze gidiyoruz. Hava yağışlı, ancak kapalı değil. 78% oranında nem var. Malecon caddesinin sahil tarafı Atlantik Okyanusu. İnsanlar akşamları bu sahile akın ediyorlar. Cadde üzerinde Amerikan Elçilik binasını geçiyoruz. Binanın önünde yüksek ve çok sık dikilmiş direkler dikkat çekiyor. Söylenene göre, devrim günlerinde Amerika’nın elçilik binasından Küba’lı gençlere yönelik yapılan kampanyaları engellemek için Küba yönetimi bu direklere siyah bayrak asarlarmış.


İlk olarak Devrim Meydanı’na (Plaza de la Revolucion) geliyoruz.


Geniş bir meydan. Genelde siyasi mitinglerin yapıldığı bir alan. Bu bölge 1950’lerde diktatör Batista tarafından yapılan yüksek binalarla dolu bir yer. Alanın bir yerinde, göğe doğru sivrilen ve bir roket atma rampasını betimleyen dev mermer dikilitaş ve ünlü halk kahramanı Jose Marti heykeli yeralmakta.

27 Mart 2013 Çarşamba

Bir Pazar Günü...Aynalıkavak Kasrı

Aynalıkavak Kasrı

Osmanlı Devletinin İstanbul'daki dördüncü büyük sarayı olan Tersane Sarayı, diğer adı ile Aynalıkavak Sarayı'ndan günümüze ulaşabilen tek örnek bugünkü Aynalıkavak Kasrı imiş.

Pazartesi, Perşembe hariç her gün ziyarete açık. 08:30-16:30 (Kasım-Mart), 08:30-17:00 (Nisan-Ekim)
Her yarım saatte rehberle beraber müzeyi gezebiliyorsunuz.


5 Mart 2013 Salı

"Yaşamın Ta Kendisi"... Vahşi Doğadan Kareler...


Hafta sonu İstanbul Atlı Spor Kulübü'nde (Maslak) bu güzel sergiyi gezdik. 27 Mart'a kadar sergi devam edecek.


Mustafa Koç, yukarıdaki leopar fotoğrafı için yarım gün, sabit olarak bu kareyi beklemiş.


Herşeyin yavrusu güzel di mi:)


O nasıl bakıştır öyle...


Sudaki akis...


Nasıl bir kuşsunuz siz????


Tam bir kral duruşu...

11 Şubat 2013 Pazartesi

TT ARENA-GALATASARAY & ANTALYA

10 Şubat 2013 Pazar saat: 20:00
Hava sıcaklığı: 8-10 derece

Koşar adımlarla TT Arena'ya akıyor insanlar. Yer sarı gök kırmızı.
Rakip Anytalyaspor. Güçlü kadrosu var, sezonun ilk yarısı üstleri bayağı zorladı ancak zorlu maç temposu biraz kadroyu yıpratmış gibi.

Stadyumda yerimizi alıyoruz. Sineijder  destekli takım sahaya çıktığında; kimse gecenin yıldızı Galatasaray'ın özevladı, birinci kaptanı Sabri'nin olacağını tahmin etmiyordu. Başkan Ünal Aysal'ın locasından maçı seyreden Didier Drogma maç önceside daha çok ilgi çekiyordu sanki.



 
Maç hızlı başlıyor. İki haftadır yedek oturan ve Drogba'nın gelişinden sonra yedek kalma ihtimali artan Burak Yılmaz patentli gol hem maçın tansiyonunu düşürüyor hem de heyecanını...

İkinci yarı maç dengeli başlasada Galatasaray rakibine oyun yapma izni vermiyor ve derken Amrabat asistli şahane Burak gölü skoru belirliyor.



Bu dakikadan sonra tribün şov başlıyor. Pegasus tribününden başlayan ve tüm stada yayılan muhteşem şölen maç bitene kadar devam ediyor. Öyleki Drogba bu görsel şöleni telefonuna kaydediyor.

Takım istim üzerinde. 26 aslandan 18 kişilik kadroya girmek bile büyük başarı. İlk 11 çok zor. Yedeklere bakıyorum: Aydın Yılmaz, Engin Baytar, Emre Çolak, Gökhan Zan, Hakan Balta, Umut Bulut. Elmander 18'in dışında kalmış. Melo cezalı, Eboue, Ujfaluzi sakat. Öyle böyle değil. Takıma Drogba girdiğinde dengeler daha da değişecek. İyi ki sezon başı kombine almışız...



Taraftarlar arasında şimdiden "Burakba" deyimi almış başını gidiyor. Drogba için Doğu tribününde açılan pankart çok ilginçti:

"Alınacak bütün kupalara atıyoruz bir gol daha! Hoşgeldin Didier Drogba"

Gripin'in Galatasaray için yazdığı marş kulaklarımızda çınlıyor:

Ali Sami Yen'in zafer yolunda
Yüreğimdeki Metin Oktay ruhuyla
Durmayacağım söz veriyorum sana
Varlığım feda olsun arman uğruna

Sonuna kadar sadığım yeminime
Namusum, şerefim ve bu renkler üstüne
Adında gururum saklı, renklerinde cesaret
Sensiz olmaz GALATASARAY!

Herşey değişse de bir gün, karşılıksız sevdim
Kalbimin durduğu ana kadar
Adında gururum saklı, renklerinde cesaret
Sensiz olmaz GALATASARAY!

Maç bitmiş, herkes evlerine yol almış. Ama bütün herkesin dilinde taraftarların yapmış olduğu muhteşem şov vardı.

Ne mutlu bize...

7 Şubat 2013 Perşembe

Bir Pazar Günü... Fener, Cibali, Balat, Tarih, İstanbul Kokusu...

Güneşli bir Pazar günü rotamızı Haliç'e çevirdik. Kadir Has Üniversitesi'nden başladık, Cibali, Fener, Balat derken keyifli bir öğleden sonra geçirdik.

Kadir Has Üniversitesi

Fener Rum Patrikhanesi

Fener Rum Lisesi

3 Şubat 2013 Pazar

Sualtına Işık Tutanlar Sergisi

Pazar kahvaltımız sonrası gazetelerimizi okurken Rezan Has Müzesi'ndeki "Sualtına Işık Tutanlar Fotoğraf Sergisi"nden haberdar olduk. Öğleden sonra yola koyulduk. Sergiyi gezdik. (Not: Sergi 28 Şubat'a kadar gezilebilir. Müze Cibali'de Kadir Has Üniversitesi Kampüsü içinde)

İşte bazı fotoğraflardan seçtiklerimiz: