Kategoriler

23 Kasım 2012 Cuma

GRANADA-Son Nokta Al Hambra

Sabahın erken saatlerinde bir yanda güzel bir şehri bırakmanın burukluğu öte yanda yeni yerler görecek olmanın heyecanı ile Sevilla’ya veda ediyorduk. Granada’ya yolculuğumuz 260 km civarıydı. İki molanın ardından saat 13:00 gibi kente ulaştık. Granada deyince ilk akla gelen tabi ki Al Hambra Sarayı ve onun eşsiz güzellikteki bahçelerinin bulunduğu Generalife.



Granada dilimizde Nar anlamına geliyor.

Normal zamanda çok kalabalık olan, biletlerin günler öncesinden tükendiği bu saraya girişimiz hiç de zor olmadı. Generalife'ı gezerken, bahçe düzenlemelerinin güzelliğini, fıskiyelerden çıkan suların havada adeta dans eder gibi havuza dökülüşünü seyrettik. Aslında bu bölüm,

SEVİLLA: Kraliyet-Din-Para

Cordoba’nın tarih ve dinlerinin iç içe geçmişliğini düşünerek akşam saatlerinde Sevilla’ya ulaştık. Otelimiz “Hotel Vertice” şehir merkezine otobüsle 20-25 dakika mesafedeydi. Oteldeki yaklaşık 30 dakikalık molanın ardından belediye otobüsüyle (kişi başı 1,30 euro) şehir merkezine gittik.


Şehir merkezi hakkında fazla bir bilgimiz olmadığından planımızı; şehrin ana meydanı ve ona çıkan ara sokakları gezmek ve güzel bir tapas restorantında akşam yemeği yemek üzerine yaptık. Ana meydana çıkan kalabalık bir cadde üzerinde güzel bir mekan bulduk. “Bodega Gongora” isimli bu turistik restorantta nefis Rioja Joven şaraplarımızı yudumlarken üç değişik tapas, chipirones denilen ızgara baby kalamar ve domates salatasından oluşan akşam menümüzü çoktan bitirmiştik. Toplam 45 euro hesap ödeyerek kalktığımız bu mekandan eşim ve ben fazlasıyla memnun kaldık. Yarın, tüm gün Sevilla’nın altını üstüne getireceğimizden sokakları adım adım arşınlayarak otelimize dönmeye karar verdik.




Güneşli ve sağlıklı bir güne başlamanın mutluluğu ile erken saatlerde otelimizden ayrıldık. Şehir turumuza ilk olarak 1929 yılında Ibero-Amerikan Fuarı için yapılan ve şehrin hem mimarisini hem de planlamasını derinden etkileyen yapıları gezerek başladık. Fuara katılan ülkelerin kendilerine özgü pavyon alanlarını gördükten sonra bu fuar için yapılan ve şüphesiz fuarın en önemli yapısı olan “Plaza de Espana” yı gezdik. (Meydan, geniş bir alana kurulmuş ve içindeki devasa binasıyla turistler için bir cazibe merkezi olmuş.)

CORDOBA-Tarihle iç içe

Sabahın erken saatlerinde Madrid’i kısa ama keyifli anılarla geride bırakarak otobüsle Cordoba’ya hareket ediyoruz. Yolculuğumuz uzun, zira Cordoba’da vereceğimiz 4 saatlik şehir turu sonrasında akşam saatlerinde Sevilla’ya ulaşmayı planlıyoruz. 08:30 suları hareket eden otobüsümüz, yolda verdiğimiz iki molanın ardından bizi saat 14:00 civarı Cordoba’ya ulaştırıyordu.


Yolda gözümüze ilk çarpan şey otoyolların çok iyi durumda olmasıydı. Bu, aslında Avrupa Birliği’nden gelen fonların bir kısmının ülkenin karayolu ulaşımına harcandığının açık bir göstergesiydi. Diğer göze çarpan özellik ise ülkenin güneyine indikçe değişen bitki örtüsüydü. Orta kesimlere çorak ve uzun düzlükler hakimken, güneye indikçe bol ağaçlı yüksek dağlar sizi karşılamaktaydı.


Otobüsten indikten sonra “eski şehir” merkezine doğru yürümeye başladık. Şehrin bu bölümüne doğru gitmek için öncelikler Cordoba’nın içinden geçen “Guadalquivir” nehri ve bu nehrin üzerinde kurulmuş olan “Puente Romano” köprüsünü geçmemiz gerekiyordu. Köprünün Roma temelleriyle desteklenen ve sonradan onarım görmüş hali, altından akan Guadalquivir ve karşıyakada yükselen “Mezquita-Katedral” güzel ve etkileyici bir manzara sunuyordu.






“Puente Romano” köprüsünden geçip, tarihi Roma kapısından girdiğimizde üzerinde bulunduğumuz toprakların aslında yüzlerce yıllık bir tarihe ev sahipliği yaptığı hemen anlaşılıyordu. Cordoba şehri İsa’dan önce 164 yıllarında Romalılar tarafından kurulmuş, daha sonra bir süreliğine Vizigotların eline geçmiş, 716 yılında müslüman Araplar tarafından alınmış ve son olarak da 1236 yılından itibaren İspanyolların hakimiyetine geçmiş.

MADRİD-Bir şeyler eksik ama...

5 Kasım 2011 sabahı saat 08:30 da THY’nin TK 3607 sefer sayılı uçağıyla Madrid’e havalanırken eşimle beraber İspanya’da geçireceğimiz beş günün sorunsuz, yağmursuz ve keyifli bir gezi olmasını temenni ediyorduk. Bayramı fırsat bilerek, bir tur şirketi vasıtasıyla çıktığımız bu yolculuğumuz fazlasıyla kalabalıktı. Yaklaşık 60 kişilik bir Türk kafilesi ve freelance çalışan bir rehber eşliğinde, geçireceğimiz beş günün bize ne gibi sürprizler getireceğini merak içinde bekliyorduk.Ancak, endişe ettiğimiz gibi olmadığını, turun kalabalık ama kendi içinde çok disiplinli bir grup olduğunu anlamamız çok vaktimizi almadı.
Uçakta geçen 3 saat 40 dakika yolculuk sonrası Madrid’e yerel saat ile 12:00 sularında ulaştık. Madrid'e inişimiz sonrasında havaalanından şehir merkezine giderken Castillano caddesinde ilk gözümüze çarpan büyük gökdelen ve iş merkezleri oldu. Sonrasında, Madrid’in neredeyse bütün dünya tarafından bilinmesini sağlayan ünlü kulübü Real Madrid ve onun meşhur stadyumu “Estadio Santiago Bernabeu”. 84,000 kişilik kapasitesi ve bütün heybetiyle karşımızda duruyordu. 16 Euro karşılığında statdyum içi tur ve efsane futbolcuları yakından yaşama fırsatı sunuyorlardı. Bilet gişesinin önünde oluşan kuyruğa bakılırsa bu tur işinden hatırı sayılır bir gelir elde ettikleri kesin gibiydi. Barselona takımına sempati duyuyor olmamıza rağmen Real’in stadın önünde bir kaç fotoğraf çektirmeden yola koyulmamız olmazdı (Ama ne yalan söyleyeyim bizim Türk Telekom Arena stadyumu dışarıdan daha heybetli ve gösterişli duruyor).

Bulvardan şehrin merkezine doğru ilerlerken aslında şehrin bir meydanlar ve çeşmeler şehri olduğunu anlamamız fazla uzun sürmedi. Cibeles meydanı ve çeşmesi, Paseo Del Prado ve Apollo çeşmesi gibi meydanları geçtikten sonra şehrin en hareketli ve kalabalık olan bölgesine ulaştık: Puerta Del Sol.

DRESDEN-Yıkılmadım Ayaktayım

“Berlin’e kadar gelip de 190 km mesafedeki Dresden’e uğramamak olmaz” düşüncesiyle sabahın erken saatlerinde (05:45) otelden ayrılıyoruz. Taksiyle Berlin’in ana tren garına varıyoruz. 168 euro’ya mal olan Berlin-Dresden-Berlin iki kişilik tren biletlerini alıyoruz. Saat 06:45’de hareket edecek olan trenimiz yakalşık 08:50 civarı bizi Dresden’e götürecek, dönüşümüz aynı gün saat 17:00 gibi olacağından sınırlı zaman zarfında elimizden geldiğince Dresden’i gezmeye çalışacağız.


Tren tam belirtildiği zamanda hareket ediyor. Kompartmanda bizden başka bir yolcu olmadığından rahatça uyuma fırsatı yakalıyoruz. Yaklaşık 1,5 saatlik bir uyku sonrası gözümüzü Dresden’de açıyoruz.


Saat sabahın dokuzu, etraf sakin ve sessiz. Öncelikle tren istasyonu içindeki turizm ofisinden şehir haritası ve şehir ile ilgili bilgi alıyoruz. Aldığımız yardım neticesinde istikametimizi Elbe nehri kıyısındaki “oldtown” olarak belirliyoruz ve o tarafa yürümeye başlıyoruz.


Geniş sayılabilecek bir caddede (Pragerstrasseden) ilerliyoruz. Cadde trafiğe kapalı, her iki tarafta da mağazalar yer alıyor. Şehrin alışveriş kalbinin attığı yer burası. Öğleden sonra (dönüş yolumuzda) bu caddenin ne kadar hareketli bir yer olduğunu yakından anlıyoruz. Caddede ilerlemeye devam ederken karşımıza şehrin tarihi merkezi olan Altmarkt geliyor. Burası sosyalist mimarinin etkisinin hayli göze çarptığı geniş bir alan. Meydana açılan güzel kafetaryalar mevcut. Sabah kahvaltısını yapmak için duruyoruz. Çevremizi seyrediyoruz. Savaş sonrasının kente armağan ettiği mimariye bakıyoruz. Etkileyici.



Kahvaltı sırasında gezi planımızı da yapıyoruz.


Dresden’de yapacaklarımıza gelince: İlk olarak şehrin eski bölümünden kalkan ve şehrin her iki yakasını da gezdiren otobüs turuna katılacağız. Böylelikle, Dresden’i daha fazla görme imkanımız olacak. Sonrasında şehrin “oldtown” bölümünde görülmesi gereken tarihsel, dinsel ve sanatsal önemi büyük yapılarını gezeceğiz. Öğleden sonra turistlerin yoğun olduğu restorantlar sokağında (Münzgasse) yemek yiyeceğiz. Akabinde yediklerimizi sindirebilmek için Elbe nehrinin üstündeki köprüden geçerek yeni şehrin içlerine kadar yürüyecek, gidebildiğimiz kadar gidecek, fotoğraflarımızı çekecek ve saat 16:30 gibi dönüş yolculuğuna koyulacağız.

ALBÜM-Arabalar

Fotoğraf sergimizin bu bölümünde yurtdışında gördüğümüz ilginç arabaları sizlerle paylaşmak istedik.


Berlin sokaklarında bütün gözleri üzerine toplamayı başarıyor. Arkada Branderburg Tor fotoğrafa eşlik ediyor.


Zürih'te bir sokak arasında öylesine sessizce duruyor. Fotoğrafta pek fazla belli olmuyor ama arabanın yan aynasında bir bayanın kırmızı rujlu dudaklarıyla öpücük kondurması ilginçti.


Berlin-Mat boyalı arabaları pek beğenmeyiz ama bu başka...


Berlin- Bir araba firmasının showroom'undan çektiğimiz bir fotoğraf...


ALBÜM-Tarihi Kaleler

Bir çok yerde farklı mekanları gezerken (tekne turu, müzeler) kaleleri de her zaman gezi planımıza aldık. Bazılarını gezmek çok zahmetli oldu ama hepsine de değdi doğrusu.

Aşağıdaki tarihi kaleler umarız ilginizi çeker:


Belçika-Antwerp: Steen (Kaya) Kalesi. 1200-1225 yılları arasında kayalardan yapılmış.Bir efsaneye göre nehrin kenarındaki bu kalede şehirden haraç toplayan dev Druoon Antigoon yaşıyormuş


Dubrovnik-Eski şehri çevreleyen surlardan oluşan kaledir. Şehri korumak amacıyla 12 yy. yapıma başlanan kalede güçlendirme, eklemeler ve tamiratlar 17 yy. kadar sürmüş.


İtalya-Floransa: Piazza Della Signoria meydanında bulunan yapı: kaleye benzemektedir ve 1299 yılında Arnolfo di Cambio tarafından yapılmış ve Medici ailesinin ikametgahı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Şehrin en önemli sembollerinden biridir. 1300 yılında, Floransa Cumhuriyetinin bir sembolü olmuştur.


Suriye-Halep Kalesi: Dünyanın en eski kalelerinden biri olduğu belirtilen Halep Kalesi’nden başta Babilliler olmak üzere Mezapotamya devletleri, Persler, Büyük İskender, Roma, Bizans, Emevi ve Abbasiler, Moğollar ve Memluklar, Eyyubiler, Selçuklular ve Osmanlılar, son olarak da Fransız işgalciler geçmiş. Anlatılana göre, bu kaleyi tarihte hiçbir ordu fethedememiş, ama işgalci güçlere teslim olarak ya da saray entrikalarıyla kale tarih boyunca sürekli el değiştirmiş.


ALBÜM-Hayvanlar Alemi (III)

Diğer kategorisinde; fotoğrafladığımız değişik hayvanlardan oluşan kolajımız var.


Küba: Timsah çiftliğinde gördüğümüz manzara gerçekten korkutucuydu. Sayıca otuza yakın timsahın birarada bulunduğu, birbirinin üstünde hareketsiz duran timsahlara sadece iki metreden bakıyorduk. Tabii ki aramızda tel örgü vardı:) Değişik bir deneyimdi.


İsviçre-Bern: Şehrin simgesi olan ayıları Madrid'deki ya da Berlin'deki gibi heykellerini dikmekle kalmamışlar, nehrin kıyısında doğal hayat oluşturarak Berlin'in simgesi olan ayıları turistlerin çekim alanına sokmuşlar.


Suriye-Palmira: Deve'nin çaresizliği bir yana, Suriye'linin turiste mıknatıs gibi yapışması bir yana ve sonrasında turistin deveden inmek istemine rağmen Allah'ın Suriye'lisin daha fazla para alabilmek için ekstradan bir tur attırma çabası bir yana.


ALBÜM-Hayvanlar Albümü (II)

Atlara her zaman başka bir sempati duymuşuzdur. Asil bir hayvan işin özeti.


Litvanya-Vilnus: Riga'dan Vilnüs'e giderken verdiğimiz mola yerinde karşılaştığımız bu sevimli at bizi kahkahalara boğmuştu. Kesinlikle bir kuaföre gitmeye ihtiyacı vardı. Gözlerini görebilmek için kahküllerini taradığımızı hatırlıyoruz.


Paris-Versay Sarayı: Sarayın güvenlik görevlilerinin sürdüğü bu atlar asaletin simgesi gibiydiler. Yanına yaklaştık ve yüzünü doyasıya okşadık. Çok farklıydı.


Sevilla: Plaza de Espana'da karşılaştığımız at arabasını çeken bu at, bembeyaz ve bakımlı haliyle dikkat çekiyordu.


ALBÜM-Hayvanlar Alemi (I)

Farklı coğrafyalarda kimi sıcaktan bezmiş, kimi açlıktan büzüşmüş, kimi ilgiden sıkılmış, kimi yük taşımaktan yorulmuş bir çok hayvan gördük. Kimisinden korktuk yanına fazla yaklaşmadık, kimisini de alıp evimize götürmek istedik. Çoğuna yanımızda bulunan azıklardan verdik. Bir gönülbağı kurmak istedik. Bizde olanı onlarla paylaşmak istedik. Yanımızda yiyecek olmadığı durumlarda sevgimizi verdik.

Fotoğraf sıralamasını köpekler, kediler, atlar, kuşlar, ördek familyası ve diğer olarak yaptık.

Köpekler:



Dubrovnik- Çok bakımlı, özel bir köpek olduğu her halinden belliydi.


Cenevre- Pahalı bir şehirde köpek olmak da zor olsa gerek. Havasına bakar mısınız? Salına salına yürüyor. Koca yol benim diyor? Kuaförden yeni çıkmış. Yaramaz süsüne de çok düşkün:)


Kahire-Arap Baharı etkilememiş. Sıcak fena vurmuş. Bezgin Bekir misali. Gözler kaymış,"ne olur biraz su verin" der gibi bakıyor.Fotoğrafı çekerken üzülüyoruz.


ALBÜM-Düğünümüz Var Dostlar

Çoğu yurtdışı gezimizinde damat-gelin olayına denk gelmişizdir. Kıyafetler farklı olsada sevinçler aynı.
Ne diyelim; herkes mutlu olsun, bundan sonraki günleri en az düğün günü kadar heyecanlı ve güzel olsun.



St. Petersburg: Gelinin kıyafeti bence çok hoş. Yakıyor yani:)


ALBÜM-Renkli İnsan Manzaraları (III)

19-22 Nisan tarihlerinde Berlin-Dresden gezimizde çektiğimiz ve artık her gezi sonrası alışkanlık haline getirmeye çalıştığımız "Fotoğrafların Dilinden" fotoğraf sergimizin "Renkli İnsan Manzaraları" bölümünü takdim ederiz:


Elbe nehrinin kıyısında "oldtown" denilen meydanı gezerken rastladığımız bu arkadaş gerçekten işini iyi yapıyordu. Turistlerin yakın ilgisine mazhar olduğunu söylemeliyiz. Havada nasıl asıl durduğuna dair tezlerimiz var ancak gülünç duruma düşmemek için kendimize saklıyoruz.



Tabii ki arkadaşa hakkını euro olarak teslim ettik.

ALBÜM-Renkli İnsan Manzaraları (II)

Sırada biraz da çektiğimiz afacan çocuk fotoğrafları var.


Napoli- Piazza Plebiscito’da günlerden pazar ve aileler çocuklarını güzel giydirmişler ve meydana getirmişler.



Napoli-Bu çocuk ta iş var:)


Paris-Disneyland: Ressam güzel çalışmış...


ALBÜM-Renkli İnsan Manzraları (I)

Yüzlerce fotoğraf çektik çıktığımız yurtdışı gezilerinde. En büyük keyfimiz oldu gezi dönüşlerinde çektiğimiz fotoğraflara bakmak. Bu konuda çok profesyonel değiliz. Sadece anı yakalamak ya da ilginç bir kareyi ölümsüzleştirmek için basmışız deklanşöre.


Son on senede gördüğümüz otuza yakın ülkede çok fotoğraf çekmişiz. Albümleri karıştırırken gördük ki ülkeler farklı olsa da bazı fotoğrafların konusu ortak. Bir kolaj yapma fikri geldi aklımıza. Konuları şu şekilde tespit ettik:

 
Renkli İnsan Manzaraları
Düğünümüz Var Dostlar
Hayvanlar Alemi
Kaleler

 
Sizleri sıkmadan fotoroman kıvamında bir yazı dizisi hazırlamaya karar verdik. Umarız beğenirsiniz...

Renkli İnsan Manzaraları (I):


Dam Meydanı-Amsterdam


Barcelona


Madrid- Bu adam gerçekten "so good"



22 Kasım 2012 Perşembe

MİDİLLİ-Yaşlı Doğunun kopan parmağı

Şeker Bayramı’nı fırsat bilerek organize ettiğimiz Ayvalık-Midilli-Bozcaada üçlemesinde, bir tam günümüzü Midilli’ye ayırdık.


Ayvalık-Midilli arası sefer düzenleyen Cundalines adlı tur şirketinden biletlerimizi aldık. Günübirlik bir seyahat planladığımızdan adadaki zamanımızı en verimli şekilde değerlendirmemiz gerekiyordu. Bu noktada, Cundalines firmasından adaiçi tur hakkında destek aldık. Ertesi günkü ada turu için Midilli’deki tur yetkilisini arayarak rezervasyon yaptırdık. Mitilene Tours isimli firmanın sahibi Aris Lazaris Bey ile görüşüp ertesi günkü seyahatimizin detaylarını konuştuk. Biletimizi almış, ada turu rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Artık Türkiye’ye en yakın ada olan Midilli ile kucaklaşmanın zamanı gelmişti.


Ertesi sabah, Midilli’ye gitmek üzere “Ayvalık Deniz Hudut Kapısı” na doğru yola koyulduk. (Şehir merkezine yürüme 15-20 dakika mesafede).

Yaklaşık 45 dakika süren pasaport kontrolünden sonra feribota bindik. Saat 08:30 sularında hareket eden feribot, 1 saat 45 dakikalık yolculuğun ardından bizi Lesvos (bilinen ismi ile Midilli) adasına ulaştırdı.


Pasaport kontrol noktasından sorunsuz bir şekilde geçtikten sonra, alanda bizi rehber Aris Bey karşıladı.


RODOS-Şövalyeler Adasında Bir Gün

Yaz tatili programını Bodrum-Marmaris-Fethiye hattında yaparken araya bir Yunan adası alma fikri çok cazip gelmişti. Kos adasını (İstanköy) bir sonraki gezi planımıza alarak rotamızı Rodos olarak belirledik.


Sabahın erken bir vaktinde Selimiye’deki butik otelimizden ayrılmış, saat 08:00 sularında bizi Rodos’a götürecek katamaranın kalkacağı Marmaris’in Aksaz bölgesindeki limana ulaşmıştık. Kişi başı 45 euro ödeyerek aldığımız biletlerle önce bilet sonra pasaport kontrolünden geçerek saat 09:00 gibi Marmaris’ten ayrılmış, yaklaşık 50 dakika süren keyifli bir yolculuğun ardından Rodos’a ulaşmıştık. Dönüşümüz aynı günün akşamı saat 18:00 gibi olacağından Rodos’ta bulunacağımız süreyi planlı bir şekilde geçirmemiz gerekiyordu.


Esasen önümüzde iki gezi alternatifimiz vardı: a) Şehrin önce “old town” denilen eski şehir bölümünü gezecek, yat limanı kısmında bulunan önemli yapıları görecek ve sonrasında kendimizi Rodos merkezinde bir plaja atacaktık ya da b) Eski şehri gezdikten sonra bir araç kiralayıp Rodos merkeze 47 km mesafede olan inci kumsallarıyla ünlü Rodos’un ikinci büyük şehri Lindos’a gidecek, ‘Dor’ medeniyeti tarafından yapılmış antik şehrin kalıntılarını görecek, merkezdeki çarşıyı gezecek, şehirdeki kaleye eşeklerle çıkıp kalenin bulunduğu tepeden (Akrapol tepesi) hem muhteşem manzarayı seyredecek hem de Athena Tapınağını görecektik. Programın öğleden sonraki bölümünün zaman açısından biraz sıkıntılı olacağına karar verdik ve Temmuz sıcağının bünyemizde vereceği tepkileri de göz önüne alarak birinci alternatifi uygulamaya koyduk.


Katamaran, Rodos’a yaklaşırken gördüğümüz manzara içimizi ısıtmaya yetti. St. John şövalyeleri zamanında yapılmış şehrin kale surları ve surlar içinde bulunan Osmanlı’dan kalma iki caminin yükselen minareleri ile liman bölgesinde bulunan yel değirmenleri bizi selamladı. Adaya ayak basmamızı takiben pasaport kontrolü ve sonrasında ver elini Rodos.




MEİS ADASI ve Mythos Birası

Son yıllarda yaz tatillerimizde bulunduğumuz bölgeye yakın Yunan adalarına gider olduk. Cunda'dayken Midilli'yi, Marmaris'teyken Rodos Adasını, Bodrum'dayken Kos Adasını gezme imkanımız olmuştu. Bu sene Kaş tatilini planlarken hemen yanı başındaki Meis Adasına gitmeye karar verdik.
Meis Adası tarihsel gelişimi birden fazla ulusun adada değişik zamanlarda yönetimi ele geçirmesi ile şekilleniyor: Türkler, Venedikliler, Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler ve Yunanlılar.
Adanın değişik isimleri var: Türkler Meis diyor, Yunanlılar Meges, Avrupalılar Castellorizo.
Ada, Kaş’a çok yakın (2 km), içinde bir havaalanı var. Nüfus az, yazın kalabalıklaşıyor.
Adanın kalabalığına bizim de katkımız olması açısından, bir gün evvel aldığımız biletlerimizle ertesi gün sabahın 10:00 sularında Meis Express şirketinin önündeki buluşma noktasına varıyoruz. Yolculuk yaklaşık 30 dakika sürecek. Elimizde diğer gezginlerin yazı notları, sanki birazdan sınava girecekmiş çocuklar gibi Meis hakkında bilgi depoluyoruz yol boyunca.
Planımız basit: Önce limanının Kavos burnu tarafından yürüyüşümüze başlayacağız, diğer yakanın ucundaki otele kadar yürüyeceğiz. Sonrasında denizden biraz iç tarafa doğru gideceğiz. Dar ara sokaklarda gezineceğiz, kilise ve şapelleri göreceğiz. Adanın iç taraflarına doğru girerek biraz yorulacağız ve sonunda birkaç kilise geçtikten sonra uçları parçalanmış Yunan bayrağının dalgalandığı kaleye gelerek limanı kuş bakışı seyredeceğiz. Dar sokaklardan inerek 1755 yılında yapılmış Osmanlı camisinin yanından geçerek tekrar limana ulaşacağız.
Sonrası mı daha da basit: Öğlen yemeği için mola ve biraz siesta ve sonrasında deniz taksi ile adanın arka tarafında bulunan meşhur mavi mağaraya gidiş, mağaranın içinde muhteşem atmosferde yüzme ve Aya Yorgi plajına deniz taksi ile gidip, burada berrak denizin tadını çıkarma ve limana geri dönüş.
Dönüşe yakın soğuk bir Mythos birayı götürme ve sonrasında ver elini Kaş. Vakit sınırlı 10:30-16:00 arası adadayız. Yani 5,5 saatimiz var yukarıda sayılan tüm aktiviteleri yapmak için.
Meis Express’e kişi başı 25 euro vererek gidiş-dönüş biletimizi alıyoruz. Gemimiz ana karadan ayrılırken, aslında Meis karası da karşıda gözüküyordu. Liman bölgesine yaklaştıkça ada görsel açıdan ziyafet sunmaya başlıyor. Adaya kimisi bizim gibi turistik amaçlı geliyor, kimisi de Aya Yorgi plajında yüzmeye geliyor. Gemi liman içine girerken karşımızdaki manzara gerçekten büyüleyici. Limanın girişinde sol yukarıda bir kale, aşağısında bir cami, birbirine neredeyse bitişik nizam yapılmış, değişik renklerde 2-3 katlı şirin yapılar ve altlarında restoranlar, liman girişinde tam ortada bir kilise ve sağ tarafta uçta bir otel. Her şey o kadar birbiriyle uyumlu ki insan sanki yağlı boya resme baktığını zannediyor.



 

KOS ADASI-Bodrum açıklarında sevimli bir ada

Yunan adalarına gitmek artık çok kolay. Vizeniz var ise ve Bodrum’a tatile gelmişseniz Kos Adası’na uğramamak olmaz. Biz de öyle yapıyoruz ve Bodrum Kalesi’nin yanıbaşında bulunan Bodrum Feribot İşletmeciliği’nden iki kişi için 52 tl ödeyerek gidiş-dönüş biletlerimizi alıyoruz. Kalkış ertesi gün 09:30.
 

Mayo, havlu biraz da yolda atıştırmalık nevale alarak Bardakçı koyunda bulunan Azka Otel’den ayrılıyoruz. Günlerden Pazar ve Bodrum daha henüz uyanmamış. Bodrum Kalesi’ne 15 dakikalık yürüyüşün ardından ulaşıyoruz. Limanda hatırı sayılır bir kalabalık var. Malum son dönemlerde Yunan Adalarına seyahat çok popüler. Bodrum’a gelmişken Yunan Adalarına uğrayayım diyen yabancı turistler de hiç az değil.



Bodrum Gümrüğü ve arkada Bodrum Kalesi

Pasaport işlemleri ve gemiye binme faslını müteakip 15 dakikalık bir gecikme ile seyahatimiz başlıyor. Geminin üst güvertesinde yerimizi alıyoruz. Yaklaşık 1 saatlik yolculuğun ardından Kos Adası’na ulaşıyoruz. Liman Bölgesine yaklaşırken sol tarafta bulunan tarihi kale, orta bölümde yükselen minareler ve sağ tarafta bulunan plajlar gözümüze çarpan ilk şeyler oluyor.


Neretzia Kalesi

Gümrük işlemlerinin uzaması biraz sinirleri geriyor, ama yapacak bir şey yok. Nihayet Kos Adası’ndayız. Günübirlik bir seyahat olduğu için zaman kısıtlı. Saat 16:30 da geri dönüş. Planlamayı iyi yapmamız gerekiyor. Bir de denize gireceğimizi hesap ederseniz biraz hızlı bir tur olacağa benziyor. Feribotta aldığımız Kos Adası broşürü ve bir feribot görevlisinin vermiş olduğu tavsiyeler çok faydalı oluyor.