Cordoba’nın tarih ve
dinlerinin iç içe geçmişliğini düşünerek akşam saatlerinde Sevilla’ya ulaştık.
Otelimiz “Hotel Vertice” şehir merkezine otobüsle 20-25 dakika mesafedeydi.
Oteldeki yaklaşık 30 dakikalık molanın ardından belediye otobüsüyle (kişi başı
1,30 euro) şehir merkezine gittik.
Şehir merkezi hakkında
fazla bir bilgimiz olmadığından planımızı; şehrin ana meydanı ve ona çıkan ara
sokakları gezmek ve güzel bir tapas restorantında akşam yemeği yemek üzerine
yaptık. Ana meydana çıkan kalabalık bir cadde üzerinde güzel bir mekan bulduk.
“Bodega Gongora” isimli bu turistik
restorantta nefis Rioja Joven şaraplarımızı yudumlarken üç değişik tapas,
chipirones denilen ızgara baby kalamar ve domates salatasından oluşan akşam
menümüzü çoktan bitirmiştik. Toplam 45 euro hesap ödeyerek kalktığımız bu
mekandan eşim ve ben fazlasıyla memnun kaldık.
Yarın, tüm gün Sevilla’nın altını üstüne getireceğimizden sokakları adım
adım arşınlayarak otelimize dönmeye karar verdik.
Güneşli ve sağlıklı bir
güne başlamanın mutluluğu ile erken saatlerde otelimizden ayrıldık. Şehir
turumuza ilk olarak 1929 yılında Ibero-Amerikan Fuarı için yapılan ve şehrin hem
mimarisini hem de planlamasını derinden etkileyen yapıları gezerek başladık.
Fuara katılan ülkelerin kendilerine özgü pavyon alanlarını gördükten sonra bu
fuar için yapılan ve şüphesiz fuarın en önemli yapısı olan “Plaza de Espana” yı
gezdik. (Meydan, geniş bir alana kurulmuş ve içindeki devasa binasıyla turistler
için bir cazibe merkezi olmuş.)
Cordoba’da gördüğümüz Guadalquivir nehrinin kıyısından devam ederek 12. yüzyılda savunma kulesi olarak inşa edilen ve günümüzde deniz müzesi olarak kullanılan “Golden Tower”ı gördük. Sonrasında Yahudi mahallesi olarak bilinen Santa Cruz bölgesine gittik. Dar sokakları, hediyelik eşya satan dükkanları ve kafeleriyle renklenen bu bölgeyi gezdikten sonra şehrin en devasa yapıtı olan Katedrale doğru yöneldik.
Katedral Bölgesini
görmeden önce tarih sayfalarında biraz gezinelim: "Sevilla, Romalılar tarafından
yapılandıktan sonra Vandallar ve akabinde Vizigotlar’ın hakimiyetine giriyor ve
712 yılında Emevilerin şehrin yönetimini almasıyla Arapların izleri şehre hakim oluyor. Bu durum İspanya krallığının
(Kostilya kraliçesi Isabel ile Aragon prensi Fernando’nun evlenmesi sonucu)
tekrar birleşmesi ve toparlanmasına kadar devam ediyor. Sonrasında İspanya
Krallığının tüm ülke topraklarını Araplardan geri almasıyla şehrin kaderi tekrar
değişiyor. Kentin tarihinde Kristof Kolomb’un da çok önemli bir yeri var. Ünlü
kaşifin İspanya kraliçesi Isabel’den aldığı destek ile yola çıkıp Hindistan
yerine Amerika’yı keşfetmesi ve buradaki zenginlikleri İspanya’ya getirmesi,
İspanya’yı zamanında dünyanın önemli merkezlerinden biri haline
getiriyor."
KATEDRAL: Avrupa’nın en
büyük gotik katedrali olan bu yapı, aslında 12. yüzyılda Araplar tarafından
yapılan caminin üzerine inşa edilmiş. 97 metre yüksekliğinde olan “Giralda”
isimli çan kulesi orjinal planda minare iken şehir İspanyolların eline
geçmesinin ardından çan kulesine dönüştürülmüş. Çan kulesinin tepesine çıkıp
Sevilla’nın panoramik görüntüsü görülebilir.
Katedralin avlusunda bol miktarda turunç ağacı var (tıpkı Cordoba’daki katedralde olduğu gibi). Katedralin içerisine girdiğimizde yapının büyüklüğü, içerideki zenginliğin boyutu, gerek resimlerin güzelliği gerekse de tarihi objelerin göz alıcılığı gerçekten etkileyici.
Katedralin içinde 2.000
kg civarında ağırlığı olan saf altndan yapılma muhteşem bir altar
var.
Hazine odasınını yan
tarafında Yahudi ve Arapların yaşadığı bölgelerin anahtarlarının sergilendiği
bölüm var.
İspanyol kraliçesinin özel günlerde taktığı işlemeli ve saf altından yapılmış taç görülmeye değer.
Kristof Kolomb’un mezarı da
Katedralin içinde yer alıyor. Dört büyük krallık arması taşıyan askerler Kristof
Kolomb’un mezarının dört bir yanında bulunuyor.
REAL
ALCAZAR: Şehrin diğer bir önemli yapıtı da Katedral Bölgesinde olan
“Real Alcazar” olarak bilinen Sevilla’nın ilk kraliyet sarayı. Esasen içinde
birden fazla küçük sarayın olduğu bir yapı bu. Saray, müslümanlar tarafından
yapılmış, hristiyanlar tarafından geliştirilmiş olduğundan arap ve hristiyan
mimarisini (gotik, rönesans ve barok) bir arada görebiliyorsunuz. Alkazar sarayı
kraliyet ailesinin residansı olmasının yanı sıra gücün simgesi olarak da
biliniyor. Bu sarayın bir başka tarihsel önemi de Kraliçe Isabel’in Kristof
Kolomb ve ekibini buradan uğurlaması.
Alkazar sarayını
gezdikten sonra çıkışta aklımızda kalan şu oldu: Şehrin en önemli yapıtlarının
olduğu alan aslında üç önemli güce evsahipliği yapmaktaydı. Para (Yahudi
mahallesi), Din (Katedral) ve Krallık (Güç-Real
Alkazar).
Öğleden sonra Guadalquivir
nehri üzerinde yaklaşık 50 dakika süren (kişi başı 16 euro) tekne turuna çıktık.
Şehrin iki yakasını birleştiren “Puente de Triana”nın altından geçtik, şehri
nehir boyunca gözlemledik. Tekne turu sonrası şehrin TRIANA olarak bilinen diğer
yakasını keşfe çıktık. Bu bölge nedense fazla kalabalık değildi. Burada bir
flemenko dans okuluna girip, amatör dansçıların flemenko eğitimlerini seyrettik.
Isabel köprüsünden tekrar şehrin merkezine geldik ve burada şehrin en işlek
caddesi olan “Av. De La Constitucion” da yürüdük, “Plaza de San Francisco”
isimli meydandaki “Robles Loredo” isimli kafede mola verdik. Yediğimiz
çikolatalı tartöletler gerçekten damak çatlatan cinstendiJ
Akşam saatlerinde şehrin
ara sokaklarında kaybolarak geçirdiğimiz güzel anlar, akşam yemeğimiz ve
sonrasında yahudi mahallesinde oturduğumuz tapas barda yudumladığımız Riojen
markalı kırmızı şaraplar, bizi Sevilla’ya bir kez daha
bağladı.
Sanki zamana yolculuk
yapmış; sarayların içinden geçmiş, Emevi hükümdarlarıyla dostluklar kurmuş,
Kraliçe Isabel’den yardım görmüş, Katedral’in avlusunda turunç ağaçlarının
altında ibadet etmiş, Giralda çan kulesine çıkmış Katedral’in çanını çalmış,
Kristof Kolomb’un Amerika’dan getirdiği zenginliklere el değdirmiş gibiydik.
Zengin yahudi mahallesinde elimizde kırmızı şaraplar geçmiş zamanın tadına
varmaya çalışıyorduk.
Biz Sevilla’yı sevdik
hem de fazlasıyla. Kısıtlı zamana rağmen gezebildiğimizce gezdik, ayak
tabanlarımız müsaade ettiğince yürüdük ve tapaslara hiç hayır demedik.
Sevilla’yı gönlümüzde güzel hisler bırakarak, ertesi günkü Granada gezimiz için
enerji depolamak üzere gecenin bir vakti otelimize doğru yola
koyulduk.
Sevgiyle kalın.
Gezi Tarihi: 6 Kasım 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder