5 Kasım 2011 sabahı saat 08:30 da THY’nin TK 3607 sefer sayılı
uçağıyla Madrid’e havalanırken eşimle beraber İspanya’da geçireceğimiz beş günün
sorunsuz, yağmursuz ve keyifli bir gezi olmasını temenni ediyorduk. Bayramı
fırsat bilerek, bir tur şirketi vasıtasıyla çıktığımız bu yolculuğumuz
fazlasıyla kalabalıktı. Yaklaşık 60 kişilik bir Türk kafilesi ve freelance
çalışan bir rehber eşliğinde, geçireceğimiz beş günün bize ne gibi sürprizler
getireceğini merak içinde bekliyorduk.Ancak, endişe ettiğimiz gibi olmadığını,
turun kalabalık ama kendi içinde çok disiplinli bir grup olduğunu
anlamamız çok vaktimizi almadı.
Uçakta geçen 3 saat 40 dakika yolculuk sonrası Madrid’e yerel saat
ile 12:00 sularında ulaştık. Madrid'e inişimiz sonrasında havaalanından şehir merkezine giderken Castillano
caddesinde ilk gözümüze çarpan büyük gökdelen ve iş merkezleri oldu. Sonrasında,
Madrid’in neredeyse bütün dünya tarafından bilinmesini sağlayan ünlü kulübü Real
Madrid ve onun meşhur stadyumu “Estadio Santiago Bernabeu”. 84,000 kişilik
kapasitesi ve bütün heybetiyle karşımızda duruyordu. 16 Euro karşılığında
statdyum içi tur ve efsane futbolcuları yakından yaşama fırsatı sunuyorlardı.
Bilet gişesinin önünde oluşan kuyruğa bakılırsa bu tur işinden hatırı sayılır
bir gelir elde ettikleri kesin gibiydi. Barselona takımına sempati duyuyor
olmamıza rağmen Real’in stadın önünde bir kaç fotoğraf çektirmeden yola
koyulmamız olmazdı (Ama ne yalan söyleyeyim bizim Türk Telekom Arena stadyumu
dışarıdan daha heybetli ve gösterişli duruyor).
Bulvardan şehrin merkezine doğru ilerlerken aslında şehrin bir meydanlar ve çeşmeler şehri olduğunu anlamamız fazla uzun sürmedi. Cibeles meydanı ve çeşmesi, Paseo Del Prado ve Apollo çeşmesi gibi meydanları geçtikten sonra şehrin en hareketli ve kalabalık olan bölgesine ulaştık: Puerta Del Sol.
Meydandaki kalabalık bizim İstiklal caddesindeki kalabalığı hatırlatır gibiydi. Duraklama yapmadan otobüsle şehrin en hareketli caddesi olan “Grand Via” ‘dan yola devam ederek meşhur İspanya meydanı ve Cervantes Anıtına ulaştık. Meydan turistler açısından ilgi çekici bir yerdi. Sadece turistikler açısından olsa iyi. Anıta fotoğraf çektirmek için gelmiş “gelin-damat” çiftini gördük ve hemen bizde deklanşöre bastık.
Madrid’in en büyük ve en popüler meydanlarından biri olan İspanya
Meydanı’nın (Plaza Espana) en dikkat çekici yeri, Cervantes, Donkişot
ve Sanço Panço heykel grubunun olduğu alandır.
Sempatik İspanyol gelini ve üzerindeki gelinliği gerçekten dikkat çekiyordu.
Cervantes anıtı sonrasında “Placio de Real” denilen 3,000’e yakın
odası bulunan Kraliyet Sarayını dışarıdan gördükten sonra yemek molası için
kendimizi şehrin çok gelişmiş olan ve AVE (Türkçede kuş anlamına geliyormuş)
olarak adlandırılan hızlı trenlerin kalktığı tren garına (Madrid Puerta De
Atocha) attık. Garın içinde devasa bir botanik bahçesi vardı. Gar aynı zamanda
yılın belirli dönemlerinde sergilere de ev sahipliği yapıyormuş. Şansımıza bizim
bulunduğumuz zamanda bir Rus fotoğraf sanatçısının Trans-Sibirya treninin
geçtiği güzergahta sonbahar-kış mevsimlerinde fotoğrafladığı eşsiz güzellikte
insan, doğa, yerleşim yeri ve trenlerin konu olduğu sergisi vardı.
Bugün hala devlet törenlerinde kullanılan 18.yy’da yapılmış (Palacio de Real) Kraliyet Sarayı; birçok İspanya kralına ev sahipliği yapmış, yapımı 25 yıldan fazla sürmüştür. Sarayı yaptıran Kral V. Felipe zamanından XIII. Alfonso zamanına kadar kullanılan saray hala Madrid’deki en görkemli yapıların
başında geliyor.
Atocha; İspanya’nın birçok noktasına giden hızlı trenlerin kalkış noktasıdır.
Yemek molasının ardından “Museo del Prado” (ki bu müze İspanya’daki
tanınmış ressam ve onların eşsiz güzellikteki yapıtların sergilendiği büyük bir
müze olarak bilinir), Funte de Neptun (Neptün çeşmesi) ile bahçe ve parkları ile
bilinen “Parque del Buen Retiro” bölgesini geçerek otelimize “Rafael Hoteles” ‘e
saat 17:00 gibi ulaştık.
Güne erken başlamış olmamız, sonrasında uzun denecek bir uçak
yolcuğu ve Madrid’e inişimizi müteakip gerçekleştirdiğimiz beş saat civarı şehir turu bünyemizi
yormuştu. Ancak, Madrid de sadece bir gece konaklayacak olmamız ve ertesi gün
Cordaba üzerinden Sevilla’ya gidecek olmamız, bedenimizdeki yorgunluğu kısa
sürede atıp Madrid’in şehir merkezine bir an önce gitme arzumuzu tetikledi. Otelde yaklaşık
yarım saatlik check in ve ihtiyaç molasının ardından şehir merkezine gitmek için
metro istasyonunun yolunu tuttuk. Metro sistemi oldukça gelişmiş, 10 farklı yöne
gidebilecek metro ağı Madrid’in altına düşenmiş. “El Carmen” isimli metro
istayonundan yeşil renkli hattı kullanarak yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuğun
ardından “Opera” durağında indik ve çok rahat bir şekilde şehrin merkezi olan
“Sol” meydanına ulaştık. Meydanda şehrin simgesi olan çilek ağacı ve ayı
heykelini fotoğrafladıktan sonra Madrid’in simgelerinden biri olan “Plaza
Mayor”’a gittik (Plaza Mayor içinde geniş bir alanın bulunduğu, küçük dükkan ve
kafelerin olduğu kalabalık bir meydan). Sonrasında, İspanyolların ve tabi ki
turistlerinde sıklıkla akşam yemeklerini ya da yemek sonrasında içkilerini
içtikleri mekan “Mercado de San Miguel” ‘ i tekrar geri gelmek üzere geçerek
akşam yemeğini yiyeceğimiz salaş, küçük fakat çok sevimli bir atmosferi olan bir
lokanta bulduk. Kendimizi iki kişilik paella tabağı (kesinlikle dört kişi
rahatlıkla doyardı) ve İspanyolların tadı damağımızda kalan nefis kırmızı şarabı
RİOJA ile ödüllendirdikten sonra şehrin görmediğimiz sokaklarını keşfe
çıktık.
İnanışa göre şehrin simgesi olan bronz ayının önünde fotoğraf çektirenler
günün birinde mutlaka Madrid’e geri dönecekler.
İnanışa göre şehrin simgesi olan bronz ayının önünde fotoğraf çektirenler
günün birinde mutlaka Madrid’e geri dönecekler.
Deniz mahsulleriyle zenginleştirilmiş Paella gerçekten çok lezizdi. Fotoğraf çekmeden kaşıklarımızı daldırmıştık bile:)
Ara sokaklardan geçerek “San Francisco El Granda” kilisesine
vardık, içerisinin mistik havasını kokladıktan sonra tekrar Plaza Mayor
bölgesine dönüp San Miguel’de günün yorgunluğunu kırmızı şarap içerek çıkarmaya
çalıştık. San Miguel aslında çarşı gibi bir yer. İçinde çeşitli dükkanların
olduğu (içki, balık, et, fast food, tatlı), insanların akşamüstü arkadaşlarıyla
buluşup sosyalleştiği, turistlerin sıklıkça akın ettiği, kalabalık, gürültülü
bir o kadar da insanı cezbeden orjinal bir mekandı. Kırmızı şaraplarımızı
bitirirken eşim ve ben Madrid’in genel bir değerlendirmesini yapmaya çoktan
başlamıştık.
San Francisco El Grande kilisesinin iç görüntüsü
Madrid'in sosyalleştiği San Miguel'in dışardan görüntüsü
Bütün samimiyetimizle ifade etmeliyiz ki Madrid de her ne kadar kısıtlı bir süre kalsak da bu şehir bizi çok cezbetmedi. Şehir meydanları, meydanlardaki çeşme ve anıtları, belli başlı turistik yerleri ve şehrin içindeki büyük parkı ile ünlü. Kraliyet Sarayı ve görülmeye değer müzesi de bir başka artısı. Ancak, şehir bu özelliklerine rağmen bizi fazla içine çekemedi. Ama yinede böyle bir şehri gördüğümüz için, geride güzel anılar bıraktığımız için mutlu bir şekilde gezimizin ikinci gününe kendimizi hazırlamak üzere metro ile otelimize geri döndük.
Sevgiyle kalın.
Gezi tarihi: 5 Kasım 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder