Sabahın erken
saatlerinde Madrid’i kısa ama keyifli anılarla geride bırakarak otobüsle
Cordoba’ya hareket ediyoruz. Yolculuğumuz uzun, zira Cordoba’da vereceğimiz 4
saatlik şehir turu sonrasında akşam saatlerinde Sevilla’ya ulaşmayı planlıyoruz.
08:30 suları hareket eden otobüsümüz, yolda verdiğimiz iki molanın ardından bizi
saat 14:00 civarı Cordoba’ya ulaştırıyordu.
Yolda gözümüze ilk
çarpan şey otoyolların çok iyi durumda olmasıydı. Bu, aslında Avrupa
Birliği’nden gelen fonların bir kısmının ülkenin karayolu ulaşımına
harcandığının açık bir göstergesiydi. Diğer göze çarpan özellik ise ülkenin
güneyine indikçe değişen bitki örtüsüydü. Orta kesimlere çorak ve uzun düzlükler
hakimken, güneye indikçe bol ağaçlı yüksek dağlar sizi karşılamaktaydı.
Otobüsten indikten sonra
“eski şehir” merkezine doğru yürümeye başladık. Şehrin bu bölümüne doğru gitmek
için öncelikler Cordoba’nın içinden geçen “Guadalquivir” nehri ve bu nehrin
üzerinde kurulmuş olan “Puente Romano” köprüsünü geçmemiz gerekiyordu. Köprünün
Roma temelleriyle desteklenen ve sonradan onarım görmüş hali, altından akan
Guadalquivir ve karşıyakada yükselen “Mezquita-Katedral” güzel ve etkileyici bir
manzara sunuyordu.
“Puente Romano”
köprüsünden geçip, tarihi Roma kapısından girdiğimizde üzerinde bulunduğumuz
toprakların aslında yüzlerce yıllık bir tarihe ev sahipliği yaptığı hemen
anlaşılıyordu. Cordoba şehri İsa’dan önce 164 yıllarında Romalılar tarafından
kurulmuş, daha sonra bir süreliğine Vizigotların eline geçmiş, 716 yılında
müslüman Araplar tarafından alınmış ve son olarak da 1236 yılından itibaren
İspanyolların hakimiyetine geçmiş.
Şehir özellikler Araplar döneminde altın çağını yaşamış, ikiyüzyıl içerisinde özellile kültürel,ekonomik ve sosyal alanda o kadar gelişmiş ki 10. yüzyılda Avrupa’nın en zengin ve en büyük şehri haline gelmiş.
Şehir özellikler Araplar döneminde altın çağını yaşamış, ikiyüzyıl içerisinde özellile kültürel,ekonomik ve sosyal alanda o kadar gelişmiş ki 10. yüzyılda Avrupa’nın en zengin ve en büyük şehri haline gelmiş.
Şehrin anayapısı
“Mezquita” ya girmeden önce ilk olarak arka sokaklarda gezinmeye
başlıyoruz.Yahudi mahhalesi olarak bilinen bölgeye giderken zamanında 1.400
adete yakın ancak günümüzde sadece bir tane kalan ve o da müze olarak kullanılan
tarihi hamamı görüyoruz. Dar sokaklardan ve çoğu restore edilmiş binaların
yanından geçerek meşhur Endülüslü-Arap felsefeci ve hekim İbn Rüşt’ün heykeline
ulaşıyoruz. Ünlü felsefeci İbn Rüşt, Aristo’nun düşünce sistemini İslamiyetle
kaynaştırmaya çalışmış, İslam ile felsefe arasında bir çatışma olmadığını,
kişinin hem felsefe hem de din yoluyla hakikate erişebileceğini düşünmüş.
Kendisi, otuz yılı aşan bir süre Aristo’nun eserleri üzerinde çalışmış,
Aristo’nun eserlerini arapçaya çevirmiş. Bu eserlerin 12. yüzyılda latinceye
çevrilmesi sonrasında batı Aristo’yu yeniden
keşfetmiş.
Ara sokaklarda
ilerlerken bir başka ünlü filozof “Maimonides” in heykeline ulaşıyoruz.
Maimonides, İbn Rüşt’ün öğretilerinden etkilenmiş, mantıkla inancın uyumlu
birlikteliğini savunmuş dönemin önemli Endülüs’lü felsefecilerinden
birisiymiş.
Duvarlarında saksı
çiçeklerinin olduğu dar sokaklardan ilerlerken kendimizi şehrin en dikkat çekici
yapısı olan “Mezquita”nın tarihi kapısının önünde buluyoruz.
Arap Hükümdarı Abd-al
Rahman şehri ilk aldığında Vizigotlar döneminde yapılan San Vicente
basilicasının üzerine bugün “Mezquita” olarak bilinen muhteşem camiyi inşa
ettirmiş. Şehrin İspanyolların eline geçmesinin sonrasında “mezquita”, Katedrale
dönüştürülmüş. Burada müslümanlık ve hıristiyanlık iç içe geçmiş gibi. Caminin
iç avlusu çok geniş. Avlunun içinde bulunan turunç ağaçları yazın namaz kılan
müslamanlara gölge verirken, içinde bulunan çeşme serinlik hissi uyandıryormuş.
Cami 23,000 m2 alan üzerine kurulmuş, söylenene göre 40.000 kişinin aynı anda
namaz kılabileceği devasa bir yapı.
Caminin iç bölümüne girince yapının muhteşemliğini bir kez daha anlıyorsunuz. Zamanında antik kentlerden getirilen yaklaşık 850 adet kolon ve bu kolonları at nalı şeklinde birbirlerine bağlayan renkli kemerler görülmeye değer. Caminin katedrale dönüştürülmesinden sonra eklenen bölümler çok etkileyici.
Bu muhteşem eseri
yaklaşık iki saat gezdikten sonra kısa bir kahve molası veriyoruz. Sonrasında
“Guadalquivir” nehrinin öbür tarafına geçerek Sevilla’ya hareket etmek üzere
otobüsümüze yöneliyoruz. Kısa ama tarihi açıdan son derece doyurucu bir şehri
geride bırakmanın iç huzuruyla, Sevilla’da akşam yemeğinde yiyeceğimiz tapasları
hayal ederek gözlerimizi biraz dinlendiriyoruz.
Sevgiyle kalın.
Gezi tarihi: 6 Kasım 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder