Kategoriler

21 Aralık 2012 Cuma

RESİMLERLE BİR SUŞİ HİKAYESİ... YOKSA ŞUŞİ Mİ:))) UFFFF


Yine aşçılık eğitimi günlerimden bir suşi dersinin resimli fotoromanını paylaşıyorum:
 

Şefimiz Sunset Restaurant'ın şefi Hiroki Tekamura. Pirinci haşlamış ve içine sirke+toz şeker+tuz ilave ederek karıştırıyor.

Şefimiz Miki'li pijamalı kıyafeti ve tüm sempatikliğiyle suşi yapımına başlamış.


Şefin ders sonunda hazırladığı karışık suşi tabağı ( Tamago Maki, California Maki, Nigiri, Temari, Temaki)


Bu da bendenizin suşi tabağı... Ehh işte iç güveysinden hallice:)




20 Aralık 2012 Perşembe

SİİRT'TEN GÜZEL BİR TARİF... PERDE PİLAVI


Evin hanımı olarak geçen sene eğitim aldığım MSA (Mutfak Sanatları Akademisi)'ndeki derslerimizden birinde yaptığımız Perde Pilavı'nın tarifini sizlerle paylaşmak istiyorum. Yapanlara şimdiden afiyet olsun...

Malzemeler (Pilav) :
* 200 gr. baldo pirinç
* 100 gr. tavuk göğüs (kuşbaşı doğranmış)
* 25 gr. tereyağı
* 50 gr. çamfıstığı
* 50 gr. badem
* 300 ml. tavuk suyu
* 4 dal maydanoz
* Toz tarçın
* Yenibahar
* Tuz, karabiber
Perde Hamuru
* 125 gr. margarin
* 1 adet yumurta
* 200 gr. un
* 2 diş sarımsak


Hazırlanışı :
* Un ve margarini parmak uçlarınızla ovarak (biraz tuz ekleyip) kum tanesi haline getirin. Yumurta ve ezilmiş sarımsağı da ekleyip iyice yoğurun. Streç filme sarıp buzdolabında dinlenmeye bırakın.
* Pirinci yıkayın, tavuk göğüslerini tavada zeytinyağı ile kavurun ve kenara alın.
* Aynı tencereye tereyağını ekleyin ve eridikten sonra fıstık ve bademi ekleyip renk değiştirmeye başladığında pirinci ekleyin ve kavurun.
* Kavrulan pirinçlere tavuğu ekleyin; sıcak tavuk suyu, tuz, karabiber, tarçın ve yenibaharı da ekleyip kapağı kapalı şekilde suyu çekene kadar kısık ateşte pişirin.
* Altını kapatın ve kapağı kapalı şekilde 10dk. kadar demlendirin.
* Hamuru merdane ile 3mm. kalınlığında açın ve pişirme yapacağınız tereyağı ile yağlanmış kalıbın içine yerleştirin. (Kenarlarından taşanlar kalsın) Burada hamurun altına bütün badem ve fıstık da yerleştirirseniz kalıptan çıktığında güzel bir görüntü olur.
* Maydanozu kıyın pilava ekleyin ve iyice karıştırın. Pilavı kalıba alın ve kenarlardan taşan hamuru kapatarak 180 derece fırında kızarana kadar pişirin. Dilimleyerek servis yapın.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Bozcaada, sana teşekkür ederim... Bana şarabın migren yapmadığını öğrettin:)


Yıllarca şarabı bendenizde migren yapıyor diye içmedim. 2008 yılına kadar... Bozcaada'yı ilk keşfettiğimiz sene. Talay'ın kırmızı şarapları ile tanıştım ve şimdi çok iyi dost olduk. 2008'den beri her sene tatil için gidiyor ve dönüşte şişeleri arabanın arkasına atıyoruz. Kara Lahna, Tenedos, Merlot ve Kalecik Karası bizim favorilerimiz. Kışın evde fırında tavuk yaptım mı yanına hemen bir şişe Talay; ya da Polonez'den güzel bir peynir tabağı hemen yanına bir şişe Talay...  

Nedense içimden bir Bozcaada geçti bu kış akşamında. Özledim galiba... Geçen senelerde yazdığım bir Bozcaada yazısını paylaşmak istiyorum.



Yaz ayları yaklaşıp, tatil planlarımızı yapmaya başladığımızda son 5 senedir Bozcaada’yı listemize alır, ama nedense sonra vazgeçerdik. Bu seneki 2. tatilimizde Ege kıyılarını keşfedelim dedik ve tatilin ilk üç gününü Bozcaada’ya ayırdık.
 
Biz bunları yaptık ve sizlere de öneririz:
 
Nasıl Gidilir : Cumartesi sabah saat 6’da İstanbul’dan yola çıktık. TEM’den Kınalı-Tekirdağ çıkışından ayrıldık. Dümdüz Gelibolu. Biz tercihimizi Gelibolu’dan feribota binmekten yana kullandık. (Gelibolu-Çardak, feribotla 30 dk.) Çardak’tan sonra Çanakkale ve sonrasında Geyikli. Geyikli’den Bozcaada’ya her 2 saatte bir, tek saatlerde (09:00, 11:00, 13:00 diye gidiyor) feribot var. Ama ne kalabalık. Biz saat 11:10’da ordaydık, saat 13:00 feribotuna bineriz dedik ama olmadı saat 15:00 feribotu ile ancak Bozcaada’ya geçebildik. 

Geyikli İskelesi
Bir Dip Not : Geyikli’de yaklaşık 3,5 saat beklediğimiz için karnımız da acıktı haliyle. Sahilde tek oturulacak yer olan Geyikli Seyahat Dinlenme Tesisleri’nde herşeyi bulabilirsiniz. Tost, gözleme, gazete, dergi, dondurma vs. Karışık tostunu tavsiye ederim.

Feribottan Bozcaada Görüntüsü
Nerelerde Kalınır : Yüksek sezonda gidiyorsanız mutlaka önceden kalacağınız yeri ayarlayın. Hem pansiyonlarda hem otellerde kalacak yer bulmak çok zor. Biz gitmeden bir hafta önce kalacak yer rezervasyonumuzu yapmıştık. Sıkıntı yaşamadık.

Her tercihe uygun otel, motel, pansiyon vs. var. Dilerseniz merkeze uzak bağ evlerinde kalırsınız, dilerseniz merkezdeki sokak aralarındaki pansiyon-motellerde, dilerseniz sayısı az olan deniz kıyısındaki otellerde konaklayabilirsiniz. Biz merkeze çok yakın harika bir sokakta 10 odalı bir pansiyonda kaldık. Çok da memnun ayrıldık.

Ara sokaklarda pansiyonlar

Nerelerde Yüzülür : Adanın her köşesinden bir kumsal ve koy fışkırıyor desem yeridir. Biz 3 günde ancak şu koy ve kumsallara vakit yetiştirebildik : Tuz Burnu, Akvaryum Koyu, Çayır Plajı, Habbele Kumsalı, Mitoz Plajı ve Ayazma Plajı. Tavsiyem günün her saatinde bu koylardan denize girmeniz. Biz öyle yaptık. Sabah erkenden bir koyda yüzdük, ardından kahvaltı, öğleden sonra başka bir plaj, akşam üzeri başka bir kumsalda güneşi batırdık.
 
Adada sadece Mitoz ve Ayazma’da tesisleşme var. Yani buralarda cafe, restaurantlarda yemek yiyebilir, şemsiye-şezlong kiralayabilirsiniz. Bu sebeple buralarda insan populasyonu oldukça fazla. Diğer tüm koylar bakir ve tesisleşme yok. Dolayısıyla yanınızda şemsiye, hasır ve yiyecek birşeyler götürmenizde fayda var. Biz de öyle yaptık.



Ne yenir, ne içilir :
Her tercihe, her damak tadına ve her keseye uygun yemek ve restaurant alternatifleri mevcut. Adada insan daha bir başka acıkıyor. Herşeyden yemek istiyor. Sahilde yanyana çokça balık restaurantları var. İçerilerde dünya mutfağı, ege yemekleri, ev yemekleri restaurant’ları, cafeler, pideciler vs. var. Biz tercihimizi 1 gece sahildeki balıkçılardan birinde yiyerek, 1 gece de merkezdeki minik ara sokaklardan birinde ege mezeleri yapan bir yerde yiyerek kullandık.



Ada deyince tabi ki yerel şaraplar tadılmalı. Adada çokça şarap üreticisi ve farklı markalar var. Tadım günlerine katılabilir, damak tadınıza uygun olanları seçebilirsiniz. Biz adadayken bir şarap markasının gece tadım etkinliği ve canlı müzik dinletisi vardı. Çok keyifliydi. Ada, şarap, müzik ve dans...
Ama balık yiyorsanız da rakısız ağlar di miJ O zaman 1 gün şarap, 1 gün rakı diyelim.
Adanın bana göre en can alıcı yiyeceği ÜZÜM. Böyle bir lezzet yok. Hem siyah üzüm, hem beyaz üzüm. Ye ye doyamıyorsunuz. Sanırım 3 günde 3 kilo üzümü tek başıma yedim. Adadan direkt evine dönenler kasa kasa üzümleri arabalarına dolduruyorlar. Ama biz tatile başka yerlerde devam edeceğimiz için alamadık. İçimde kaldı ama olsun seneye artık...


Nereler Görülür :
Adanın merkezini hem gece hem de sabah erken saatlerde, tüm sokaklarına girip çıkarak dolaşmak gerek. Çünkü gece başka, gündüz başka güzel.
Bozcaada Kalesi görülmeli.
Arabanıza kıyabilirseniz Göztepe’ye çıkılmalı. 192 metre yükseklikten adanın şahane manzarasına tanıklık ediyorsunuz. Ama çıkış yolu çok taşlı ve kıvrımlı.
 
Dönüş Yolu : Dönüş feribotu için mutlaka önceden rezervasyon yaptırın. Yoksa yer bulmanız neredeyse imkansız. Adada kalabilirsiniz. Ama fena da olmaz hani 1 gün daha adada kalmak...

 

17 Aralık 2012 Pazartesi

Galatasaray- Fenerbahçe: 2-1

Ali Sami Yen Spor Kompleksi TT Arena
 
16 Aralık 2012
 
Karanlık çökmeye başlamış. İnsanlar akın akın Arena'ya gidiyorlar. Uzaktan Arena sarı kırmızı parlıyor. Aslanlı Yolda insanlar koşar adımlarla biran evvel stadyuma girme telaşındalar. Yer sarı gök kırmızı sanki.
 

Nihayet statdın içindeyiz. Futbolcular ısınma hareketlerini yapıyorlar. Pegasus tribünde bir telaş. Belli ki maç başlamadan evvel özel bir koreografi hazırlamışlar. Rakip Fenerbahçe olunca tribünlerde ayrı bir heyecan, ayrı bir coşku var...


Maç başlıyor... Arena full, iğne atsan yere düşmeyecek sanki. 52 bin civarı seyirci maçın başlama düdüğüyle beraber bitmek bilmeyen bir enerjiyle tezahürata başlıyor. Herkes ayakta... Maça her iki tarafta vasat bir görünümde başlıyor. Fenerbahçe biraz daha tedirgin ve derken goller geliyor, bir de kırmızı kart ve hakemin bitiş düdüğü.


Arena yıkılıyor. Dans edenler, grup halinde tezahürat yapanlar, fotoğraf çektirenler, herkes ayrı bir telden eğleniyor. Muhteşem bir gece, fantastik bir sonuç.

 
 
 Darısı sezonun diğer maçları başına diyerek evimizin yolunu tutuyoruz.

 
 
 
 
 

16 Aralık 2012 Pazar

Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena Açılışı

O gün çocuklar gibi yaramazdık. Seyrantepe metrosundan inip, tünelden çıktığımızda Aslanlı yolu ilk defa görmüştük. Tarih: 11 Ocak 2011 günlerden Cumartesi idi. Her yer sarı kırmızı, içimizde tarifi anlatılmaz bir çoşku ve elimizde fotoğraf makinası devamlı denklanşöre basıyorduk. İnanılmaz bir mutluluk içinde nice zaferler yaşayacağımız mabedimize doğru koşar adımlarla ilerliyorduk. 
 
Yerimize oturduğumuzda daha stadın 20% si dolmuştu. Hollanda ekibi Ajaz ile yapacağımız dostluk mücadelesi öncesi açılış törenleri yapılacaktı. Galatasaray Kulübü organizasyonu yapmış bu güne özel gösteriler hazırlamış. Karanlık çökmeye başladığında stadın ışıkları yanmış ve TT Arena bir başka güzel olmuştu.
 
Artık şov zamanı. İşte size açılıştan güzel kareler: 
 
 




Açılış töreninin arkasından Ajax ile yapılan maçı golsüz berabere bitirdik.

Ne demişler ilk elin günahı olmaz.

Biz o gün çocuklar gibi şendik. Gerisi hihaye...

FATİH-ZEYREK

Pazar günü İstanbul’un hiç gitmediğimiz bir semtine gitmeye karar veriyoruz.: Fatih’in Osmanlı kokan semti ZEYREK
Burası da neresi dediğinizi duyar gibiyiz. İstanbul’un göbeğinde Unkapanı İMÇ’nin tam karşısında duran bu bölge, gezginleri hem tarih kokan atmosferiyle hem de zamana direnen ahşap konakları ile kendisine hayran bırakıyor.
Gezimize semtin en önemli tarihi yapılarından birisinden başlıyoruz: Molla Zeyrek Cami ya da diğer adıyla Zeyrek Kilise Cami. İbadethane Sokağı’nda bulunan Zeyrek Cami’nin, kiliseden camiye devşirilen en önemli eserlerden birisi olduğu söyleniyor. Bizans İmparatorluğu zamanında yapılan kilise, İstanbul’un fethi sonrasında önce medrese olarak kullanılmış, sonra da camiye çevrilmiş.

Anonim: Şimdilerde restorasyon çalışmaları devam ediyor.
Molla Zeyrek Cami’nin hemen yanıbaşında özel bir şirketin işlettiği “Zeyrekhane” isimli kafe/restorant müthiş bir manzaraya sahip. Unkapanı ve Galata köprülerinin manzaraları, Süleymaniye Caminin muhteşem görüntüsü eşliğinde çayları yudumluyoruz.

15 Aralık 2012 Cumartesi

NAPOLİ-Liman Kenti

Tam günlük Napoli-Pompei turunun öğleden sonraki bölümünde Napoli şehrini gezdik. Otobüsümüz Napoli’ye doğru yol alırken içimde adını tam olarak koyamadığım bir sevinç oluşmaya başlamıştı. Bunun bir nedeni 1970’li yılların sonlarında teyzem ve eşinin bu şehirde görev yapıyor olmaları olabilirdi. O yılllarda dış dünya ile bağlantının sınırlı olduğu düşünüldüğünde aslında Napoli’den gelen sesler, mektuplar, fotoğraflar bizi dünyaya bağlıyordu. Diğer bir neden de TRT’nin tek kanal olarak yayın yaptığı dönemlerdeki “İtalya’dan Futbol” programı. Bu programın yayınlandığı dönemlerde efsane futbolcu Maradona’nın Napoli takımında oynadığı futbol ve bir bücürün neredeyse tek başına Napoli şehrine şampiyonluğu getirdiği yıllar... Napoli’ye ait çağrışımlar açıkçası çok fazla değildi. Tabii ki daha sonraları kent ile ilgili okuduğum olumsuz haberler (mafya, hırsızlık olayları, çöp dağları vb) biraz kafamı karıştırmıştı. Ancak, Napoli’ye bu kadar yakın mesafede olup da buralara gelmemek olmazdı.


Kent girişinde ilk dikkatimizi çeken şey binaların eski, sokakların kirli oluşuydu. Balkonlarda çamaşırlar asılmış, kurumayı bekliyorlardı. İlginç bir görüntü olduğu kesin.





Otobüs, şehrin merkezine doğru ilerlerken gördüğümüz arabaların hemen hepsi vuruk, çizik içindeydi. Neredeyse sağlam araba yok gibi.


Napoli aslında bir liman kenti. İtalya’nın Roma ve Milano’dan sonraki üçüncü büyük kenti. Kentten Sardunya, Sicilya, Korsika, Capri gibi birçok turistik adaya ulaşabiliyorsunuz.



Ayrıca, şehir 1200-1816 yılları arasında özerk bir devlet olan Napoli Krallığı’nın başkentliğini de yaptığından İtalyanlar için kentin tarihi bir önemi de var.



POMPEİ: Vezüv'ün Yaşattığı Büyük Trajedi

Açık ve güneşli bir Şubat gününde Pompei antik kentini geziyoruz. Bilet gişesinden geçtikten sonra 250-300 metre civarı düz ama keyifli bir yoldan yürüyerek kentin giriş kapısından içeri adımımızı atıyoruz.


Grubumuz yaklaşık 15 kişi ve pür dikkat rehberimizin bize verdiği bilgileri dinleyerek etrafımızı gözlemliyoruz. Malum antik bir şehir burası. Herşeyi anlamak ya da tasavvur etmek mümkün değil. O yüzden duyduklarımızla gördüklerimizi anlamlandırmaya çalışıyoruz.


Önce biraz (aslında bayağı) tarihte gerilere uzanalım: Şehir, MÖ 8 yy. da Oscans’lar tarafından kurulmuş, MÖ 6 yy. da Yunanlıların hakimiyetine girmiş, sonrasında Samnitis’ler bölgede hüküm sürmüş ve son olarak da MÖ 80 yıllarından itibaren Romalılar kenti yönetmiş.


Vezüv yanardağının eteklerinde kurulan bu kent tarihin en inanılmaz trajedilerinden birini yaşamış. Kent, iki gün içinde Vezüv Yanardağından çıkan lavlar ve gazlar neticesinde tamamiyle küller altında kalmış. Bu öyle bir trajediymiş ki dakikalara sığabilecek bir zaman diliminde yaklaşık 20,000 kişi hayatını kaybetmiş, kimisi kaçarken kimisi evinde kurtulmayı beklerken ölmüş.


Yaklaşık 160 yıl Roma medeniyetinin hakimiyet sürdüğü bu kent dönemin tüm zengin, aristokrat ve nüfuzlu insanlarını kendisine çekmiş. 24 Ağustos 79 yılında yaşanan bu olaydan taa yüzyıllar sonra 1709 yılında ilk kazılar yapılmış ve uzun çalışmalar sonucunda kent ortaya çıkarılmış.


Biraz depresif bir durum var ortada. Bundan neredeyse 2000 yıl önce kül olmuş bir medeniyetin izlerini sürmeye çalışıyoruz, lavlardan kaçmaya çalışan insanların taşlaşmış bedenlerini yüreğimiz burkularak görüyoruz ve hatta fotoğraflıyoruz. Ürpertici aslında. Fena yani.


Rehberimiz kentin önemli yerlerini, izlerini ve şifrelerini kısıtlı zamanda bizlere anlatıyor. Antik kenti gezenler kentteki yapıları ve alanları hemen farkedebiliyorlar. Neler mi bunlar: Merkezdeki forum, tapınaklar, amfitiyatrolar, bazilikalar, caddeler, atölyeler, hamamlar, fırınlar, hanlar, genelevler...


Önce kentin genel bir kuşbakışı görüntüsünü vererek başlayalım:




Ortada bulunan geniş alan kenti forum alanı. Yani kentin sosyal, ticari ve politik aktivitelerinin gerçekleştiği alan. Bu alanın hemen solunda “Temple of Apollo” ve onun hemen altında, yani fotoğrafın sol alt tarafındaki bölüm ise “Basilica”.




ROMA: Kilise ve Bazilikalar

KİLİSELER:


Roma gezi yazımızı yazarken farkettik ki Roma’da bir çok kilise gezmişiz, içlerindeki değerli motifleri fotoğraflamışız. Özellikle barok mimari tarzının etkilerini ve Rönesan akımının izlerini gözlemlediğimiz bu kiliselerin bazılarını ayrı bir yazı konusu yapmaya karar verdik. Fazla bilgi vermeden görselleri fazla olan bir deneme yazısı yazdık. Umarız ilginizi çeker...


SAINT’IGNAZIO KİLİSESİ: 1626-1650 yılları arasında Barok tarzında yapılmış katolik kilise. Kilisenin içine girildiğinde Cizvit Rahibi olan Fra Andrea Pozzo’nun Aziz Ignatius’un cennete girişini betimlediği, göz yanılsaması yaratan tavan freski mükemmel.








GESU KİLİSESİ: Protestan tehditi karşısında inanları tekrar geri kazanmak için Roma Kilisesi içinde ent etkin savaşlardan birisi de İspanyol Ignatius Loyola tarafından yürütülmüş.

VATİKAN: Tanrı-kent

VATİKAN:
Hakkında binlerce makale yazılan, onlarca film yapılan, katolik mezhebi vasıtasıyla milyonlarca inananı olan çok karışık bir örgütlenme. Gizemli yanı çok fazla, gizli tarafları asırlardır korunmakta. Vatikan’ı salt gezmek ve fotoğraflamak önemli ancak biraz kendine özgü yapısını da anlamakta fayda var. Bu bağlamda, internetten derlediğimiz kısa ama faydalı bilgileri sizlerle paylaşmak istedik:
· TANRI-KENT: Vatikan yeryüzündeki tek “Tanrı–Kenti ve Devleti”dir. Vatikan’dan başka “Tanrı–Devleti” yani “Teokrasi” yoktur, fakat halen de kutsal sayılan bir çok kent vardır. (Örneğin, Kudüs, Kom, Hinduların, Budistlerin ve Şintoistlerin kutsal kentleri gibi)
· STATÜ: Vatikan’ın bugünkü statüsü 1870’de İtalya’da bulunan Papa–Devletleri’nin, İtalyan Ulusal Birliği’nin kurulabilmesi amacıyla ilga edilmeleriyle başlamış ve son hukuki şeklini Faşist Diktatör Mussolini ile Vatikan’ın Dış İşleri Bakanı Kardinal Gaspari arasında 26 Ekim 1926’da imzalanan “Concordat” (Mukavele) ile almıştır. Böylelikle Vatikan İtalya’da “devlet içinde devlet” statüsü edinmiştir.
· ERİŞİM: Vatikan’a tüm girişler Roma’nın sınırlarından yapılabilmektedir. Diğer bir deyişle Vatikan, İtalya Devleti’nin tüm haklarından yararlanabilen fakat kendi bayrağına ve egemenliğine sahip ayrı bir devlettir.
· TARİH: Vatikan adı, ilginçtir ki, Hıristiyanlığın ilk 1350 yıllık döneminde hiç ağıza alınmamıştır. Çünkü 1267’ye kadar böyle kutsal sayılmış bir yerleşim alanı yoktu. O zamana kadar Papalar Vatikan’da değil Lateran diye bilinen yerleşim alanında otururlardı. Papalar yaklaşık 1000 yıl buradan yönetmişlerdi Katolik alemini. 14. Yüzyıl’da Papalar, Fransa’nın şimdi tiyatro şenlikleriyle tanınan Avignon şehrinde yaşamaktaydılar. Bunlar Hıristiyanlığın en tartışmalı Papalarıydılar. Fransa kralları tarafından korunan bu Papalar 13. Ve 14. Yüzyıllara damgalarını vurmuşlardı. Papaların Vatikan’a geçişleri 1377 yılında, Avignon’daki Papaların sultasının yıkılmasından sonra olmuştur. Bu nedenle “Lateran Kilise Kararları” daima Vatikan kararlarına öncelik sağlamıştır. Bugünkü Vatikan’ın tesisi sırasında da yine Lateran Sözleşmeleri (Treaties) rol oynamıştır.
· MUHAFIZLAR VE GİZLİLİK: Vatikan’ı İsviçreli Katolik askerler, geleneksel giysileri içinde korumaktadırlar. Ünlü Devlet kuramcısı Makyavel, aynı zamanda “prens” olan Papaların kendilerini paralı asker olan İsviçrelilere korutmasını sert bir dille eleştirmişti. Ona göre bu paralı askerler, kendilerine daha fazla para veren düşmanlara Papa’yı satabilirlerdi. Makyavel’in dediği doğruydu. Nitekim bir kaç kez Papalar, İsviçreli askerlerin ihanetine uğramışlardı. Ama yine de Papalar kendilerini İsviçreli paralı askerlere korutmaktan vazgeçmemişlerdi. Nedeni de çok ilginçti. İsviçreli paralı askerler ihanet etseler bile Vatikan’ın hiç bir sırrını açıklamıyorlardı. Vatikan’ı gizemli bir Kilise–Devleti yapan budur işte. Öğretiye göre “Vatikan’da öğrenilen sırlar öbür dünyada bile açıklanmaz.” Vatikan’ın sırlarını açıklayanların ve nesiller boyunca ailelerinin canları ve malları güvenlikte olmaz. Çünkü Vatikan gerçekten de inanılması güç sırları barındıran, gizli geçitleri, şifreleri ve yeraltı yollarıyla tam anlamıyla “esrarengiz” sayılan bir yerdir ve bu şöhretini de yüzlerce yıldır sadece kendisine sakladığı sırlarının başkalarınca öğrenilebilmesini önleyerek edinmiştir.
· NÜFUS: Vatikan, kendi pasaportu, kendi devlet kuruluşları ve bürokratları olan bir devlettir. Nedir ki, bu devleti diğer devletlerden ayıran temel farklılıklar vardır. Bunları kısaca sayalım.Vatikan Devleti’nin gece yerleşik nüfusu 600 kişidir. Bu sayı sürekli konuk sayılan kişilerle birlikte 1014 olur. Gündüz nüfusu ise 3599’a yükselir. Bunlar Vatikan’da görev yapan işçiler ve diğer memurlardır.
· PASAPORT:Vatikan Pasaportu bizzat Papa tarafından verilir. Bu pasaport geçicidir. Vatikan istediği zaman tek taraflı olarak iptal edebilir ya da hiç vermemiş gibi kayıtlardan çıkartabilir. Pasaportun özelliği hiç bir ırk ya da milliyet gözetilmeden verilebiliyor olmasıdır. Ne var ki tek koşulu, pasaport alacak şahsın Katolik Kilisesi’ne kayıtlı dindar olarak tanınmış bir Katolik olmasıdır.
· DEVLET VE PAPALIK MAKAMI: Çoğunlukla devlet olarak bilinen Vatikan ile “Papalık Makamı” bir ve aynı (özdeş) sanılmaktadır. Bu eksik bilgilenmedir. Papa, Katoliklerin başı olarak yeryüzündeki tüm Katoliklerin “Kutsal Pederi”dir, ama sadece ve sadece Vatikan Devleti’nin Devlet Başkanı’dır. Tüm Katolikler’in “Devlet Başkanı” değildir. Bu görevinde Papa’nın bir Başbakanı, bir Senatosu ve Bakanları vardır. Bunlar da siyasi yaptırımları itibariyle sadece Vatikan’la tanımlı ve sınırlıdırlar. Ancak, dinsel yaptırımları itibariyle tüm Katolikleri bağlarlar.
Kaynak: Aytunç Altındal

(anonim)
“Devlet içinde devlet” sözü buradan geliyor demek...

(anonim)
Saint Pietro (=St Peter) Meydanı’nın havadan görüntüsü
Gezi notlarımıza gelince;
Hristiyanlık dinin katolik mezhebinin yönetim merkezi olan Vatikan’da bulunan St. Peter Bazilika’sı turistlerin akınına uğrayan bir cazibe merkezi konumunda.
St. Peter Bazilikası: Roma’daki en büyük 4 bazilikadan ikincisi ve Vatikan’daki en göze çarpan bina. Kubbesi ile Roma’nın siluetindeki en önemli parçalardan biri olmuş. 60.000 kişilik kapasitesi ile Hristiyanlığın en büyük kilisesi konumunda.


6 Aralık 2012 Perşembe

Bir doyduk bir doyduk ki Asmalımescit 11 Leblon'da:)




Bir doyduk bir doyduk ki 11 Leblon'da:)

Eşimin doğum günü için Asmalımescit'te; 11 Leblon'un Çarşamba akşamı Rembetiko Gecesi'ni seçtim. Mekanın ismini çok duyduk ama ilk defa gittik. Kapıdan girişten itibaren sevdim burayı. Loş ışık, taş duvarlar, romantik masa düzeni, hafif müzik, güleryüzlü karşılama ve tabi ki mis kokular. Fix menü uygulanan bir geceyi seçmiştim. Neler yiyeceğimizi önceden az çok okumuştum ama okumakla olmuyormuş, görmek ve yemek gerekiyormuş. Önce minik çay tabaklarında mezelerimiz geldi (yaklaşık 15 farklı çeşit). Hepsi iyi malzemeden ve az önce yapılmış gibi tazeydi. (Sanırım yoğurtlu semizotunun yoğurdu manda yoğurdu idi ki böyle bir lezzet görmedim).

Servisi yapan kibar beyefendi bizi uyardı, "lütfen mezelerle doymayın çünkü birazdan gelecek ara sıcak ve sıcaklara yeriniz kalmaz" diye. İyi ki uyarmış, öyle güzel lezzetler geldi ki... Palamut, kağıtta pastırma, kalamar tava, balık böreği, yaprak ciğer, humusta karides vs... Elbisemizin içine sığamaz duruma geldik anlayacağınız...

Hepsi çok lezzetliydi. Mekan bizden tam puan aldı. Emeği geçenlere çok teşekkür. Yine geleceğiz... NOT : Kişi başı 100 TL. (limitsiz içki ve limitsiz güleryüz)

1 Aralık 2012 Cumartesi

ROMA'da Aşk Başkadır...

Roma seni ne kadar anlatsak az. Avrupa’nın çoğu ülkesini gezip, İtalya’ya iki defa uğrayıp seni bu kadar sona bırakmamız tesadüf olamaz. Demek ki “Assolist” muamelesi görmen gerekiyormuş. 3 bin yıllık romantik, masalsı ve mimari başyapıtlarla dolu bu şehre yolculuğumuz şimdi başlıyor.


Sabiha Gökçen Havaalanından 11:50 sularında havalanan uçağımız bizi 13:30 gibi Roma’ya indiriyor. Bagaj, pasaport ve tura katılan misafirlerin toparlanma molasının ardından otobüsle Roma merkeze doğru hareket ediyoruz.



Roma, Avrupa tarihinde önemli bir nokta.

Yedi tepe üzerine kurulu muhteşem bir şehir.

3000 yıl öncesinden gelen tarihi doku çok iyi korunmuş, her adım tarih.

Mimari başyapıtları ve doğal güzellikleriyle en romantik şehirlerden belki de en iyisi.

“Aşıkların Azizi” olarak bilinen Valentine de bu topraklarda hayat bulmuş...

Aşk bir başka anlam buluyor bu diyarlarda.


Hava açık, parlak ve de en önemlisi yağışsız,

Dışarda, Şubat 11 için iyi sayılabilecek bir sıcaklık: 15 derece

Çevremiz yüksek sesle konuşan neşeli insanlarla dolu,

Yemek yeme güdüsü içten içe bünyeyi zorluyor,

Dondurma dondurma dondurma.... Bir fenemon buralarda

Klasik İtalyan erkeği: Büyük gözlük, boyunda atkı ve dar pantolon...



Şehir turuna planlandığı üzere Vatikan Kilisesi’nden başlıyoruz. Vatikan o kadar etkileyici ki onun için ayrı bir gezi yazısı yazdık.


Şehrin merkezine yaklaştıkça heyecanımız bir kat daha artıyor. Zira Vatikan Kilisesinin üzerimizde bıraktığı dinsel etkiden sıyrılmaya çalışırken kendimizi müthiş bir tarihin ortasında buluyoruz. Neler mi? Aslında Roma’ya gelip de görülmesi şart olan şeyler...


Venedik Meydanı (Piazza Venezia): Roma’nın en heybetli yapıtlarından birisi olan ve İtalya Birliği’nin kurulmasında büyük katkı sağladığı bilinen Vittorio Emanuele’nin anıtı bu meydanda bulunuyor. Meydan, Venedikli Kardinal Pietro Barbo tarafından yapıldığı için Venedik Meydanı adını almış.






Meydan içinde barındırdığı öğelerle hem çok hareketli hem de çok merkezi. Buradan dört farklı yöne yolculuk yapacağız:


A) “Via Del Corso” caddesini takip ederseniz Piazza Del Popolo’ya ulaşacaksınız. Ulaşırken neler mi göreceksiniz. Aşk, tarih, eğlence, sosyalleşme, geniş meydanlar ne ararsanız hepsi burada. Yalnız dikkat: her sokağa gireceğiniz için bol bol yürüyeceksiniz. Rahat bir ayakkabı şart. Yoruldum demek yok, pes etmek yok. Zira görecekleriniz bu zamana kadar gördüklerinizi unutturacak cinsten. Bizden söylemesi.

23 Kasım 2012 Cuma

GRANADA-Son Nokta Al Hambra

Sabahın erken saatlerinde bir yanda güzel bir şehri bırakmanın burukluğu öte yanda yeni yerler görecek olmanın heyecanı ile Sevilla’ya veda ediyorduk. Granada’ya yolculuğumuz 260 km civarıydı. İki molanın ardından saat 13:00 gibi kente ulaştık. Granada deyince ilk akla gelen tabi ki Al Hambra Sarayı ve onun eşsiz güzellikteki bahçelerinin bulunduğu Generalife.



Granada dilimizde Nar anlamına geliyor.

Normal zamanda çok kalabalık olan, biletlerin günler öncesinden tükendiği bu saraya girişimiz hiç de zor olmadı. Generalife'ı gezerken, bahçe düzenlemelerinin güzelliğini, fıskiyelerden çıkan suların havada adeta dans eder gibi havuza dökülüşünü seyrettik. Aslında bu bölüm,

SEVİLLA: Kraliyet-Din-Para

Cordoba’nın tarih ve dinlerinin iç içe geçmişliğini düşünerek akşam saatlerinde Sevilla’ya ulaştık. Otelimiz “Hotel Vertice” şehir merkezine otobüsle 20-25 dakika mesafedeydi. Oteldeki yaklaşık 30 dakikalık molanın ardından belediye otobüsüyle (kişi başı 1,30 euro) şehir merkezine gittik.


Şehir merkezi hakkında fazla bir bilgimiz olmadığından planımızı; şehrin ana meydanı ve ona çıkan ara sokakları gezmek ve güzel bir tapas restorantında akşam yemeği yemek üzerine yaptık. Ana meydana çıkan kalabalık bir cadde üzerinde güzel bir mekan bulduk. “Bodega Gongora” isimli bu turistik restorantta nefis Rioja Joven şaraplarımızı yudumlarken üç değişik tapas, chipirones denilen ızgara baby kalamar ve domates salatasından oluşan akşam menümüzü çoktan bitirmiştik. Toplam 45 euro hesap ödeyerek kalktığımız bu mekandan eşim ve ben fazlasıyla memnun kaldık. Yarın, tüm gün Sevilla’nın altını üstüne getireceğimizden sokakları adım adım arşınlayarak otelimize dönmeye karar verdik.




Güneşli ve sağlıklı bir güne başlamanın mutluluğu ile erken saatlerde otelimizden ayrıldık. Şehir turumuza ilk olarak 1929 yılında Ibero-Amerikan Fuarı için yapılan ve şehrin hem mimarisini hem de planlamasını derinden etkileyen yapıları gezerek başladık. Fuara katılan ülkelerin kendilerine özgü pavyon alanlarını gördükten sonra bu fuar için yapılan ve şüphesiz fuarın en önemli yapısı olan “Plaza de Espana” yı gezdik. (Meydan, geniş bir alana kurulmuş ve içindeki devasa binasıyla turistler için bir cazibe merkezi olmuş.)

CORDOBA-Tarihle iç içe

Sabahın erken saatlerinde Madrid’i kısa ama keyifli anılarla geride bırakarak otobüsle Cordoba’ya hareket ediyoruz. Yolculuğumuz uzun, zira Cordoba’da vereceğimiz 4 saatlik şehir turu sonrasında akşam saatlerinde Sevilla’ya ulaşmayı planlıyoruz. 08:30 suları hareket eden otobüsümüz, yolda verdiğimiz iki molanın ardından bizi saat 14:00 civarı Cordoba’ya ulaştırıyordu.


Yolda gözümüze ilk çarpan şey otoyolların çok iyi durumda olmasıydı. Bu, aslında Avrupa Birliği’nden gelen fonların bir kısmının ülkenin karayolu ulaşımına harcandığının açık bir göstergesiydi. Diğer göze çarpan özellik ise ülkenin güneyine indikçe değişen bitki örtüsüydü. Orta kesimlere çorak ve uzun düzlükler hakimken, güneye indikçe bol ağaçlı yüksek dağlar sizi karşılamaktaydı.


Otobüsten indikten sonra “eski şehir” merkezine doğru yürümeye başladık. Şehrin bu bölümüne doğru gitmek için öncelikler Cordoba’nın içinden geçen “Guadalquivir” nehri ve bu nehrin üzerinde kurulmuş olan “Puente Romano” köprüsünü geçmemiz gerekiyordu. Köprünün Roma temelleriyle desteklenen ve sonradan onarım görmüş hali, altından akan Guadalquivir ve karşıyakada yükselen “Mezquita-Katedral” güzel ve etkileyici bir manzara sunuyordu.






“Puente Romano” köprüsünden geçip, tarihi Roma kapısından girdiğimizde üzerinde bulunduğumuz toprakların aslında yüzlerce yıllık bir tarihe ev sahipliği yaptığı hemen anlaşılıyordu. Cordoba şehri İsa’dan önce 164 yıllarında Romalılar tarafından kurulmuş, daha sonra bir süreliğine Vizigotların eline geçmiş, 716 yılında müslüman Araplar tarafından alınmış ve son olarak da 1236 yılından itibaren İspanyolların hakimiyetine geçmiş.

MADRİD-Bir şeyler eksik ama...

5 Kasım 2011 sabahı saat 08:30 da THY’nin TK 3607 sefer sayılı uçağıyla Madrid’e havalanırken eşimle beraber İspanya’da geçireceğimiz beş günün sorunsuz, yağmursuz ve keyifli bir gezi olmasını temenni ediyorduk. Bayramı fırsat bilerek, bir tur şirketi vasıtasıyla çıktığımız bu yolculuğumuz fazlasıyla kalabalıktı. Yaklaşık 60 kişilik bir Türk kafilesi ve freelance çalışan bir rehber eşliğinde, geçireceğimiz beş günün bize ne gibi sürprizler getireceğini merak içinde bekliyorduk.Ancak, endişe ettiğimiz gibi olmadığını, turun kalabalık ama kendi içinde çok disiplinli bir grup olduğunu anlamamız çok vaktimizi almadı.
Uçakta geçen 3 saat 40 dakika yolculuk sonrası Madrid’e yerel saat ile 12:00 sularında ulaştık. Madrid'e inişimiz sonrasında havaalanından şehir merkezine giderken Castillano caddesinde ilk gözümüze çarpan büyük gökdelen ve iş merkezleri oldu. Sonrasında, Madrid’in neredeyse bütün dünya tarafından bilinmesini sağlayan ünlü kulübü Real Madrid ve onun meşhur stadyumu “Estadio Santiago Bernabeu”. 84,000 kişilik kapasitesi ve bütün heybetiyle karşımızda duruyordu. 16 Euro karşılığında statdyum içi tur ve efsane futbolcuları yakından yaşama fırsatı sunuyorlardı. Bilet gişesinin önünde oluşan kuyruğa bakılırsa bu tur işinden hatırı sayılır bir gelir elde ettikleri kesin gibiydi. Barselona takımına sempati duyuyor olmamıza rağmen Real’in stadın önünde bir kaç fotoğraf çektirmeden yola koyulmamız olmazdı (Ama ne yalan söyleyeyim bizim Türk Telekom Arena stadyumu dışarıdan daha heybetli ve gösterişli duruyor).

Bulvardan şehrin merkezine doğru ilerlerken aslında şehrin bir meydanlar ve çeşmeler şehri olduğunu anlamamız fazla uzun sürmedi. Cibeles meydanı ve çeşmesi, Paseo Del Prado ve Apollo çeşmesi gibi meydanları geçtikten sonra şehrin en hareketli ve kalabalık olan bölgesine ulaştık: Puerta Del Sol.

DRESDEN-Yıkılmadım Ayaktayım

“Berlin’e kadar gelip de 190 km mesafedeki Dresden’e uğramamak olmaz” düşüncesiyle sabahın erken saatlerinde (05:45) otelden ayrılıyoruz. Taksiyle Berlin’in ana tren garına varıyoruz. 168 euro’ya mal olan Berlin-Dresden-Berlin iki kişilik tren biletlerini alıyoruz. Saat 06:45’de hareket edecek olan trenimiz yakalşık 08:50 civarı bizi Dresden’e götürecek, dönüşümüz aynı gün saat 17:00 gibi olacağından sınırlı zaman zarfında elimizden geldiğince Dresden’i gezmeye çalışacağız.


Tren tam belirtildiği zamanda hareket ediyor. Kompartmanda bizden başka bir yolcu olmadığından rahatça uyuma fırsatı yakalıyoruz. Yaklaşık 1,5 saatlik bir uyku sonrası gözümüzü Dresden’de açıyoruz.


Saat sabahın dokuzu, etraf sakin ve sessiz. Öncelikle tren istasyonu içindeki turizm ofisinden şehir haritası ve şehir ile ilgili bilgi alıyoruz. Aldığımız yardım neticesinde istikametimizi Elbe nehri kıyısındaki “oldtown” olarak belirliyoruz ve o tarafa yürümeye başlıyoruz.


Geniş sayılabilecek bir caddede (Pragerstrasseden) ilerliyoruz. Cadde trafiğe kapalı, her iki tarafta da mağazalar yer alıyor. Şehrin alışveriş kalbinin attığı yer burası. Öğleden sonra (dönüş yolumuzda) bu caddenin ne kadar hareketli bir yer olduğunu yakından anlıyoruz. Caddede ilerlemeye devam ederken karşımıza şehrin tarihi merkezi olan Altmarkt geliyor. Burası sosyalist mimarinin etkisinin hayli göze çarptığı geniş bir alan. Meydana açılan güzel kafetaryalar mevcut. Sabah kahvaltısını yapmak için duruyoruz. Çevremizi seyrediyoruz. Savaş sonrasının kente armağan ettiği mimariye bakıyoruz. Etkileyici.



Kahvaltı sırasında gezi planımızı da yapıyoruz.


Dresden’de yapacaklarımıza gelince: İlk olarak şehrin eski bölümünden kalkan ve şehrin her iki yakasını da gezdiren otobüs turuna katılacağız. Böylelikle, Dresden’i daha fazla görme imkanımız olacak. Sonrasında şehrin “oldtown” bölümünde görülmesi gereken tarihsel, dinsel ve sanatsal önemi büyük yapılarını gezeceğiz. Öğleden sonra turistlerin yoğun olduğu restorantlar sokağında (Münzgasse) yemek yiyeceğiz. Akabinde yediklerimizi sindirebilmek için Elbe nehrinin üstündeki köprüden geçerek yeni şehrin içlerine kadar yürüyecek, gidebildiğimiz kadar gidecek, fotoğraflarımızı çekecek ve saat 16:30 gibi dönüş yolculuğuna koyulacağız.

ALBÜM-Arabalar

Fotoğraf sergimizin bu bölümünde yurtdışında gördüğümüz ilginç arabaları sizlerle paylaşmak istedik.


Berlin sokaklarında bütün gözleri üzerine toplamayı başarıyor. Arkada Branderburg Tor fotoğrafa eşlik ediyor.


Zürih'te bir sokak arasında öylesine sessizce duruyor. Fotoğrafta pek fazla belli olmuyor ama arabanın yan aynasında bir bayanın kırmızı rujlu dudaklarıyla öpücük kondurması ilginçti.


Berlin-Mat boyalı arabaları pek beğenmeyiz ama bu başka...


Berlin- Bir araba firmasının showroom'undan çektiğimiz bir fotoğraf...


ALBÜM-Tarihi Kaleler

Bir çok yerde farklı mekanları gezerken (tekne turu, müzeler) kaleleri de her zaman gezi planımıza aldık. Bazılarını gezmek çok zahmetli oldu ama hepsine de değdi doğrusu.

Aşağıdaki tarihi kaleler umarız ilginizi çeker:


Belçika-Antwerp: Steen (Kaya) Kalesi. 1200-1225 yılları arasında kayalardan yapılmış.Bir efsaneye göre nehrin kenarındaki bu kalede şehirden haraç toplayan dev Druoon Antigoon yaşıyormuş


Dubrovnik-Eski şehri çevreleyen surlardan oluşan kaledir. Şehri korumak amacıyla 12 yy. yapıma başlanan kalede güçlendirme, eklemeler ve tamiratlar 17 yy. kadar sürmüş.


İtalya-Floransa: Piazza Della Signoria meydanında bulunan yapı: kaleye benzemektedir ve 1299 yılında Arnolfo di Cambio tarafından yapılmış ve Medici ailesinin ikametgahı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Şehrin en önemli sembollerinden biridir. 1300 yılında, Floransa Cumhuriyetinin bir sembolü olmuştur.


Suriye-Halep Kalesi: Dünyanın en eski kalelerinden biri olduğu belirtilen Halep Kalesi’nden başta Babilliler olmak üzere Mezapotamya devletleri, Persler, Büyük İskender, Roma, Bizans, Emevi ve Abbasiler, Moğollar ve Memluklar, Eyyubiler, Selçuklular ve Osmanlılar, son olarak da Fransız işgalciler geçmiş. Anlatılana göre, bu kaleyi tarihte hiçbir ordu fethedememiş, ama işgalci güçlere teslim olarak ya da saray entrikalarıyla kale tarih boyunca sürekli el değiştirmiş.